ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul


sohbet, okey, tavla, chat
5 Mayıs 2024, Pazar 18:56   

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

En İyiler  Son Eklenenler       
sohbet forum basliklari  CC-Forum> Mühim Mevzular > Felsefe, Din, İçsel meseleler
forum sohbet oyun basliklari
   Hz. Muhammed Neyi `Oku`du
 <<1234 >>
Mesaj Ekle, sohbet ve oyun icin cagir
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Ara.2009 Çar 02:14:03sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

    KORUNMAK IÇİN "MÜTTAKİLER"

Şayet dikkat ettiyseniz, "İKRA" ayetlerinde "neyin", "niçin", ve "nasıl" "oku"nması üzerinde durulmuştu...

"Besmele`li Fâtiha" sûresinde ise "İnsanda, ALLAH kavramının ne olduğunun bilinci uyandırılmaya çalışılıyor ve evrende geçerli sistem ve insanlığın tâbi olduğu mekanizma" açıklanıyordu...

Nihayet şimdi ele aldığımız Bakara Suresi’nin bu ilk âyetlerinde ise bunların devamı olarak, insanın neler yapmak suretiyle, “nasıl korunabileceği” belirtilmektedir..

Şayet, "OKU"NAN sistemi, böylece anlayabildiysek; bu durumda elimizden ne gelir..?

Ne yaparsak, bizden ne meydana gelirse, karşılığında -ya da bir diğer ifade şekliyle- neticesinde bizim için ne gibi şartlar oluşur?

Bu soruların cevabını da, gene "Kur`an-ı Kerim’e"; "Bakara" Suresi’nin ilk beş ayetine dayalı bir şekilde vermeye çalışalım...

Bu ayetlerin mânâsı için genel anlamıyla şunlar söylenebilir:

"Elif, Lâm, Mim.

Hak olduğuna şüphe götürmeyen o Kitap, korunmak isteyenlere hidâyettir.

O korunmak isteyenler görmediklerine (gayba) iman ederler; namazlarını ikâme ederler; kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, Allah adına bağışta bulunurlar.

Onlar sana inzâl olana ve senden evvelkilere inzâl edilenlere iman ederler; âhırete îkan halindedirler.

İşte onlar Rableri tarafından hidâyete erdirilmişler ve böylece kurtulmuşlardır!.(2-1/5)

“Kurtuluşa ermiş olmanın” şartlarını bildiren bu âyetlerin mânâsını çok iyi anlamak gerektir.. Zira, bir şeyi yapmak için, önce o şeyin ne olduğunu bilmek îcap eder..

İşte bu âyetlerde, her şeyden önce, "korunmak suretiyle kurtuluşa erenlerin" özellikleri ve faaliyet alanları açıklanmaktadır...

Kim neye nasıl yaklaşır, ne yaparsa korunmuş ve kurtuluşa ermiş olur?...İşte önemli olan olay budur!..

Öyle ise konuya ilk âyetin ilk harflerinden girelim;

"Elif... Laaam... Miiiym...!"

Hemen şunu ifade ederek söze başlayalım...

Bu harfler "müteşâbihat"tır!...İşaret etmek istenilen mânâları teşbih yani benzetme yollu ifade eden anlatım tarzındandır...

Diyeceksiniz ki, nedir "müteşâbihat" ?.. Buradaki mânâsı ne?...

"Müteşâbihat"; buradaki mânâsıyla, ifade ettiği çok geniş kapsamlı anlamlar genelde beşer aklının alamayacağı boyutlarda gerçekleri vurguladığı için çözülemeyen, anlatımlar ya da kelimelerdir!..

Umumiyetle beşer aklı, geniş kapsamlı, çok yönlü ve çok boyutlu değerlendirme yetisinden mahrum olduğu için, anlatılanları hep tek yüzlü değerlendirir...

O meşhur körler gibi...

Görür, gördüğünü bilir, ve bildiğini değerlendirirlerden biri istemiş ki "körler"de "fili" tanısın!... Almış birkaç tane körü yanına, götürmüş filin önüne...

-İşte, demiş, fil önünüzde!... Yıllardır aradığınız, ermek, tanımak istediğiniz fil bu!.. Tanıyın bakalım!... Arzunuza nâil olun...

Ama neylesin körler!... Allah, basiretlerini almış ellerinden!... Göz yok, görüş kayıp!..

Fili tanımak için tek bir yolları var, elleriyle bir tarafından dokunarak karine ile ne olduğunu anlamak...

Bunun için de, elbette yapışacaklar filin bir tarafına...

Kimi filin hortumunu eline almış, kimi kuyruğunu!... Kimi kulağına yapışmış, kimi karnına!... Kimi bacaklarına sarılmış, kimi göğsüne!....

Derken sormuş, onları getiren görür, gördüğünü bilir, bildiğini değerlendirir..

-İşte erdiniz file!... Haydi bana târif edin fili...

Başlamış “köreler fili târife”...

-Fil, sütun gibi bir hayvandır!... demiş bacağını tutan...

-Fil, küp gibi bir hayvandır!... demiş karnına dokunan...

-Fil, duvar gibi bir hayvandır!... demiş göğsüne değen...

-Fil, yılan gibi bir hayvandır!... demiş hortumunu eline alan...

-Fil, kamçı gibi bir hayvandır!... demiş kuyruğuna yapışan...

-Fil, yaprak gibi bir hayvandır!... demiş kulağını avuçlayan...

İbretle seyretmiş, onların bu hâlini, getiren zât...

Sonra düşünmüş kendi kendine..

“Fili verirsen körlerin eline işte böyle değerlendirirler; daha ne beklenir ki!”...

Evet, beşer hafsalasanın alamayacağı boyutlarda evrensel SİSTEMİ ve gerçekleri açıklayan Kur`ân-ı Kerim’i tek yönlü ele alarak; sadece “tefsir” bilgisiyle, asırlar öncesinin dar görüşüyle açıklamak; ya da sadece "tasavvufun" mecâzi anlamlarıyla onu çözmeye çalışmak; sırf "fıkıhçı" ya da sırf "kelâmcı" olarak olaya bakmak; yahut da sadece çağdaş bilimlerle, Kur`ân-ı Kerim’i bir bilim kitabı olarak değerlendirmeye çalışmak, "körlerin fili tanıma çabasından" öteye geçmez!...

ALLAH, olaylara yüzeysel şekilde yaklaşıp, konuyu ilgilendiren bütün ilimleri kapsamayan bir bakış açısıyla ele alanların; "Kur`ân işte bu açık hükümlerden ibarettir ve bunun ötesinde başka bir şey yoktur" demelerini kesmek; ve tefekkür ehlini ödüllendirmek; ve hem de o devrin şartlarında anlaşılması olanaksız bazı gerçekleri, o günden bildirmiş olmak amacıyla, bir çok hususu "müteşâbihat", yani "benzetme yollu anlatım", yani "mecâzi anlatım", yani "sembollerle anlatım" yoluyla gerekli bilgileri sergilemiştir. bizlere... Elbette, basiret ehli olan, yüksek tefekkür gücü bağışlanmış zevâta...

Şunu çok iyi bilelim ki. evrenselliğin sergilendiği o muhteşem Kitabı üst düzeyde anlamak, sırlarını deşifre etmek istiyorsak, tek bir daldaki ihtisasla bunu gerçekleştirmemiz asla mümkün olmayacaktır...

Meğer ki ilâhi inâyet ve hidâyet ulaşa!...

Aksi takdirde, kişilerin, tek bir dalda yaptıkları çalışmalara dayanarak, "Kur`ân-ı Kerim"in ifade ettiği tüm mânâları kapsar bir biçimde "sentez hükmü" vermeleri mutlaka yanıltıcı olacaktır!.

Zira, "Fıkıhçının", "tefsircinin", "hadisçinin", "kelâmcının", "tasavvufçunun" ya da "doktorun", "fizikçinin", "matematikçinin" sadece "branş" bilgileriyle olayı irdelemesi ve bir senteze gitmesi, böylece de Kur`ân ’ın tümü hakkında hüküm vermesi çok yanıltıcı sonuçlar doğurabilir.. Bu durum da neticede önemli sapmalara neden olabilir...

Dolayısıyla, bizim için en ehven yol, her daldan "olayın sistemini" kavrayabilecek ölçüde bilgi sahibi olarak, çok geniş kapsamlı perspektifle çözüm aramaktır!...

Bunun için de üzerimize düşen, "ALLAH"ın "OKU"mamız için karşımıza çıkardığı "SİSTEM KİTABINI" iyi anlayarak, doğada akıl ve mantık dışı hiç bir şey olmadığını fark ederek, çok yönlü değerlendirmeye başlamaktır.

İşte böylece ele alırsak "müteşâbihat" olan harfleri...

"Elif... Laaam... Miiiym!."

Bu harflerin ne anlama geldiği hakkında çeşitli düşünürler, çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir..

Bu harfler gibi, gene sure başlarında yer alan "Kaf, ha, ya, ayn, sad" ve "Ha, mim, ayn, sin, kaf" harflerinin "ALLAH" isimleri arasında bulunduğu ve Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın bu isimleri okuyarak dua ettiği bilinen bir olaydır.

Bu itibarla bu harflerin "ALLAH" isimlerinden olması, büyük bir olasılık olarak ileri sürülmüştür..

Öte yandan, Hazreti Ebu Bekir`in bu konuda şöyle dediği naklolunur:

-Her kitapta Allah`ın bir sırrı vardır... Kur`ân’ daki sırrı da, evvelleridir..

Hazreti Âli dahi bu konuda şöyle demiştir:

-Her kitabın bir özü vardır; bu kitabın özü de hecelenen harflerdir...

İbni Abbas ise her bir harfin "ALLAH"ın bazı isim ve sıfatlarına işaret ettiğini belirterek şöyle yorumlar:

-"Elif": “AHAD, EVVEL, EZELİ, EBEDİ” gibi isim ve sıfatlara; "Laaam": O`nun "LÂTİF" oluşuna; "Miiiym": “MELİK, MÂLİK, MECİD, MENNAN” gibi isim ve sıfatlara işaret eder!.

Bunların dışında kalan bazı yorumlar ise şöyle:

-Elif, ALLAH`a işaret eder; Laaam, Cebrail`e; Miiiym, Muhammed Aleyhisselâm’a... Yâni, "ALLAH kelâmı, Kur`ân-ı Kerim, Cebrail tarafından Muhammed Aleyhisselâm’a vahyedilmiştir", anlamını taşımaktadır bu üç harf; denilmiştir...

-Elif, “ene”; Laaam, “Allah”; Miiiym, “Alim” anlamına gelir ki mânâsı “Ben Allah, bilirim”dir...

Bizim bu konudaki müşahedemize göre ise;

-"Elif", "Ahad" isminin mânâsına;

"Laaam", "Lâtif" ismi yönünden "Ulûhiyet"e;

"Miiiym" ise "Hakikatı Muhammedi"ye işaret etmektedir..

"Elif", "Laaam" ve "Miiiym" dikkat edilirse, "Fâtiha" sûresi’nin hemen akabindeki ilk âyettir; ve sanki iki sûre-metin arasında bir köprü teşkil etmektedir.

"Fâtiha" Sûresi, "Allah" indindeki âlemlerden ve içindekilerin yerinden; "Allah"ın "RAB"olarak onlar üzerindeki tasarrufundan; ve dahi yarattıklarının genel ve özel rahmetle hidâyet üzere kulluklarını yerine getirişinden bahsederken...

Bu harfler, "AHAD" olan "Zât"ın "ULÛHİYET" kemâlâtının "LÂTİF" olarak, tüm varlığın özü ve aslı olan "Muhammedi Hakikat"tan zuhûrunu özetlemektedir...

İlk yaratılmış olan "Ruh-u A`zâm"dır!.

"Ruh-u A`zâm"dan, bilinci yönüyle "Akl-ı Evvel" diye de bahsolunur... Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın ruhunun hakikatı, özü, aslı, orijini de budur... Bu mertebede henüz bireyler ve bireysel ruhlar sözkonusu değildir...

Burada, "AHAD ", olan "ALLAH"ın "ULÛHİYET" kemâlâtının, "Muhammedî hakikat"tan zuhûru, yani "kesrete" dönüşmesi ifade edilmiş; ve bunun arkasından da, kesretin tafsili mâhiyetindeki ana metne girilmiştir...İşte bu ilk üç harf ile...

"AHAD" oluşu, sonsuz-sınırsız varlığıyla kendisinden gayrının mevcut olmayışına işaret edilmektedir...

"AHAD" olan "ALLAH"ın, kendisinde bulunan sayısız özelliklerin toplamıyla oluşan sonsuz kemâlâtı, O`nun "ULÛHİYETİ"ni yani "ALLAH"lık kemâlâtını teşkil etmektedir... Bu sonsuz kemâlâtın ortaya çıktığı yer ise, orijinaliyle evrendir!... Yani, Hakikatı Muhammedi!...

İşte bu giriş faslından sonra, "Miiiym"e atıf yapılarak, şöyle denilmektedir:

"İŞTE O KİTAP..."

Burada bahsedilen "İŞTE O KİTAP", öncelikle, "İKRA", yani "OKU" hükmüyle "okunması" istenilen; "ALLAH” ilminin eseri olarak, kudretle yazılmış "Evrensel SİSTEM Kitabı"dır ki, herkes için anahatlarıyla okunması mümkün olduğundan, "...KUŞKULANILACAK YANI YOKTUR".

"İşte O Kitap" anlamında olarak "Kur’ân-ı Kerim" dahi anlaşılabilirse de; ve bu mânâda, "içinde yazılı olan bilgiler dolayısıyla, kuşku uyandırır, şüpheyi celbeder yanı yoktur" anlamına değerlendirilebilirse de; biz bu hususun en geniş kapsamıyla anlaşılmasından ve değerlendirilmesinden yanayız!...

Bu takdirde giriş şu mânâyı veriyor demektir:

"Miiiym" diye isimlendirilen, " ALLAH” isimlerinin anlamlarının ve dolayısıyla sonsuz hikmet ve kemâlâtının sergilendiği İŞTE O KİTABIN KUŞKU UYANDIRIR HİÇ BİR YANI YOKTUR!..."

Zira, öylesine muazzam bir SİSTEM, öylesine muhteşem bir mekanizma oluşturulmuştur ki, bunu meydana getiren bir İLİM ve KUDRET sahibi Yaratıcısının olmaması, asla düşünülemez !..

Elbette ki düşünebilen beyinler için...

İşte bu sebepledir ki, düşünebilen, mantık sahibi, SİSTEMİ “OKUYAN” ve bundan dolayı da, " KORUNMAK iSTEYENLER için, bu evren kitabı bir HİDÂYET vesilesidir"!...

Veya...

Açık-seçik ortada olup hakkında şüphe duyulması mümkün olmayan "İŞTE O" evrensel "KİTAP", varoluşu, yapısı ve çalışma sistemi itibarıyla, büyük bir ibret olduğu için; "okunması" hâlinde, "KORUNMAK İSTEYENLERE HİDÂYETTİR" !.

Ya da...

"SİSTEM"e dikkati çeken "İŞTE O KİTAP" yani "Kur`an-ı Kerim", "KUŞKULU HİÇ BİR YANI OLMAMASI SEBEBİYLE", tefekkür gücü zayıf olduğu için "okuyamayıp", itimat yollu "iman" ile yürüyen "KORUNMAK iSTEYENLERE HİDAYET"tir...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Ara.2009 Çar 02:16:07sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                               TAKVA

“KORUNMAK İSTEYENLER” diye Türkçeleştirdiğimiz "MUTTAKİLER" tabiri üzerinde duralım biraz da...

"TAKVA", karşılaşacağı bir tehlikeden korunma anlamınadır... Kişinin neticede azâb ve sıkıntı, üzüntü duymasına yol açacak her türlü olay mânâsına gelir...

"MUTTAKİ" ise "KORUNAN" anlamını ihtiva eder...

"KORUNMAK" isteyenler için olayın üç boyutu vardır;

1-“Şirk”ten korunma: Allah yanı sıra tanrı kabullenmekten kaçınma.

2-“Günah” kabul edilen hususlardan uzak kalmak suretiyle korunma.

3-"ALLAH"ın "KULU"na yakışmayan düşüncelerden arınmak suretiyle korunma.

Bir ve ikinci tür korunmalar her yerde anlatıldığı için tekrarını zâid addederek, kısaca üçüncü tür "korunmayı" izah etmeye çalışalım...

"ALLAH" "KULU"na yakışan odur ki;

Her an, her yerde, her nefeste, daima, "ALLAH"a “kulluk” için varolduğunun bilincinde olarak; O`nun esmâ ve sıfatıyla var olduğunu; O`nun yanında bir “hiç” olduğunu; tüm duygu, düşünce ve fiilinde “benliksiz” bir biçimde O`nunla olduğunu hissedip yaşasın...

Karşısındakinin dahi, "ALLAH" esmâ ve sıfatının mazharı olarak var göründüğünü; fiillerinin yaratıcısının "ALLAH" olduğunu müşahededen bir an bile kesilmesin... Ve her hâlinde bu "korunma" üzere olsun...

Şimdi olaya bir de en geniş kapsamlı hâliyle bakalım... "KORUNMA" neden?... Ve niçin bütün insanlara "hidâyet değil" de, sadece "korunmak isteyenlere hidâyet" ?..

Hatırlayalım âyetin mânâsını:

-"KUŞKULANILABİLİR HİÇ BİR YANI OLMAYAN O KİTAP, KORUNMAK İSTEYENLERE HİDÂYETTİR..."

" ALLAH " düzeni olan bu evrensel SİSTEMDE, görülmektedir ki, her birim varolmakta, yaşamakta, üremekte ve ölmekte yani dönüşüme tabi olmaktadır.. Herkes için geçerli olan kural budur!..

Buna göre, bir insanın geleceğini yani ölüm-dönüşüm ötesini düşünüp, en azından bu köşenin ardında kendisini bekleyeni araştırması zorunludur...

Burada Hazreti Âli`nın birisine verdiği cevap son derece ilgi çekici ve ibret vericidir...

Ölüm ötesinin konu edildiği sırada, karşısındaki sorar:

-Âhirete hazırlanmamı istiyorsun Ya Ali; ama ya ölüm ötesinde dediklerinin hiç birisi yoksa?.

Hazreti Âli son derece güçlü bir derin düşünce ve mantık eseri olan uyarıyı yapar:

-Şayet senin inancın üzere, ölüm ötesinde hiç bir şey yoksa; şu anda bunları yapmaktan dolayı benim ölüm ötesinde hiç bir kaybım olamayacaktır!...

Ancak, ölüm ötesinde Allah Rasûlü’nün haber verdikleri karşına çıkınca; ve sen de o haber verilenlere göre hazırlıklı değilsen; ebediyyen başına gelecekleri düşünüyor musun?..

Bu durumda neleri yitirmiş olacağını ve bir daha da asla telafi edemeyeceğinin acaba bilincinde misin?..

Şimdi en basit düzeyde düşünelim...

Ölüm ihtimali olan yükseklikten kendinizi aşağıya atmıyorsunuz!..

Gene aynı tehlike sözkonusu ise, denize de girmiyorsunuz!... Başınıza gelecek tehlikeden "korunmak için"!.

Demek ki doğal olan, tehlikeden “korunma” düşüncesidir!.. Hele bazılarının şu sözü ne kadar enteresandır...

-Canım öldükten sonra bakarız!... Eğer devamı varsa hayatın, o zaman elbette bir şeyler yaparız!...

Adam hiç yüzme bilmiyor... Uyarıyorsun,bir gün denize düşersin; iyisi mi şimdiden tedbirini al, yüzme öğren!...

Cevap veriyor size...

-Denize düştüğüm zaman yüzmeyi öğrenirim elbet!!!...

Öyle ise Evrensel Kitap olan yaşam SİSTEMİ gerçeği de, "okunabildiği" takdirde fark edilecektir ki; insan için ölümötesi yaşam sözkonusu olduğunda pek çok tehlikeler mevzubahis olacaktır... Bu durumda akıllı bir insan için de yapılacak en iyi iş elbette ki bu tehlikelere karşı "korunma" tedbirlerine başvurmaktır...

Peki öyle ise nedir "KORUNMA" tedbirleri?...

"KORUNMAK İSTEYENLER", neler yaparak bu konuda başarılı olup; tehlikeleri yarıp geçerek kurtuluşa ererler?..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Ara.2009 Çar 02:18:06sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                       GAYB NEDİR

"İŞTE ONLAR, GAYBA İMAN EDERLER; NAMAZLARINI İKÂME EDERLER; VE KENDİLERİNE VERDİĞİMİZ RIZIKTAN ALLAH iÇİN BAĞIŞTA BULUNURLAR...

 VE YİNE ONLAR, SANA NÂZİL OLANA VE SENDEN ÖNCE NÂZİL OLANA İMAN EDERLER; VE ÖLÜMÖTESİ YAŞAMA ÎKAN SAHİBİDİRLER..."

 Yukarıda anlamını vermeye çalıştığımız âyetlerde görüldüğü üzere "korunmak için" en başta gerekli olan "GAYBA İMAN"dır..

"GAYB" kelimesiyle bizim beş duyu adını verdiğimiz kesitsel algılama araçlarımızla tespit edemediğimiz âlemler(boyutlar) ve bu âleme (boyuta) ait varlıklar anlatılır...

Beş duyu dediğimiz kesit tespiti yapan araçlarımızın kapasitesi dışında kalanları algılayamayan beyin, bunların tümünü "GAYB" olarak nitelendirir... Beş duyu aracılığıyla ile değerlendirilebilenlerin adı ise Din dilinde "şehâdet" âlemidir... Ki bu bizim “madde âlemi (boyutu)” dediğimiz kısımdır...

Madde alemi, beş duyu verileriyle kayıtlanmış beynin "varsayım" dünyasıdır... Çünkü gerçekte evren tümüyle bir ışınsal yapıdır ki; her dalgaboyu kesitinden, farklı boyutlar yani âlemler oluşmuş bulunmaktadır...

Farklı dalgaboylarından oluşmuş katmanlardaki varlıkların her bir türüne göre de içinde bulundukları âlem(boyut) kendi “MADDE” âlemleridir...

Yani "madde âlemi" diye gerçek ve mutlak tek bir "madde âlemi" olmayıp; her boyut varlığının kendi katmanı, onun kendi özel "madde âlemini" oluşturmaktadır...

Bu itibarla, "ölümötesi" yaşama geçenler dahi, bir tür "madde âlemi" içinde yaşamaktadırlar... Keza, "cehennem" ya da "cennetler"; ya da şu an için “cinlerin” kendi boyutları dahi, onların algılamalarını sağlayan duyu araçlarına GÖRE "madde âlemidir"...

Bu olayı giriş bölümümüzde detaylı olarak izah ettiğim için burada tafsilâta girmeyeceğim.

Ancak şu kadarını ifade edeyim ki, insanın bir düşünsel yapısı vardır; bir de bedeni... Düşünsel yanı olan “bilinç” ya da “şuur” hiç bir zaman “bedensiz” kalmaz!... Bu beden, biyolojik-fiziksel beden olabilir; ya da “RUH” adı verilmiş bulunan halogramik ışınsal beden olabilir....

Netice itibariyle, insan, sonsuza dek, bir bedenle-bilincin bütünü olarak yaşamına devam eder.

Eski asırlarda, eski asırları günümüzde seslendirenlerde, çağdaş bilgiler olmadığı için gereksiz tartışmalarla uğraşılmıştır...

Ölümden sonraki beden, yani kıyâmette(haşr) tüm insanların toplu olarak bir arada bulunacakları safhadaki beden, ya da daha sonraki aşamada yaşanacak hayat, bedenli mi bedensiz mi; “ruh”la mı, “ruh” artı “madde beden”li mi; gibi çağımız bilimi ışığında hiç bir anlamı olmayan tartışmalar!...

Helikopterin seyyahat aracı olduğu ortamda; kağnı arabasının tekerleğinin ceviz mi, gürgen mi; ya da altı ortalı mı, sekiz ortalı mı olmasının tartışılması gibi!... Ya da qurtz teknolojisi kullanılırken, kum saatinin fazilet ve faydalarından sözetmek gibi...

Madde ve maddeötesinin gerçekte, tek bir tümel yapının göresel katmanları olduğunu farkedip kavrayan bir kişi için, bunlardan daha anlamsız soru olamaz!...

Bugünkü algılama aracımıza göre, şu içinde bulunduğumuz katman "madde"dir!... Bu bedenden ayrılıp ışınsal bedene geçtiğimiz anda da, o beden yapımıza GÖRE, o katman "madde olarak algılanacak"tır!...

Durum eğer iyice kavranılırsa, fark edilecektir ki, biz sonsuza dek, nitelikleri birbirinden farklı da olsa, her an "madde" âlemleri içinde yaşamımızı sürdüreceğiz!... Bu göresel "madde" âlemlerine (boyutlarına) ne isim verilirse verilsin!...

Evet, işte şu ana kadar bahsetmiş olduğum algılayamadığımız boyutlar ve o boyutlara ait tüm varlıklar "GAYB"ın iki türünden biri olan "GAYB-I MUZAF" sınıfındandır..

"GAYB" ikiye ayrılır;

1-"GAYB-I MUZAF"... "İzâfi-göresel Gayb"

2-"GAYB-I MUTLAK"... "Kesinlikle algılanması mümkün olamayan Gayb"

“GAYB-I MUZAF”, izâfi yani göresel algılanamayanlar, anlamınadır.. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hususlar için kullanılır...

“GAYB-I MUTLAK” ile ise sadece "ALLAH"ın ilmi kastedilir!... Hiç bir yaratılmış, "ALLAH" ilminde ne vardır, asla bilemez ve bu ilmi kapsayamaz!...

Keza, "ALLAH" Zâtı itibariyle "Mutlak Gayb"tır!... Bilinmesi, kavranılması, tefekkürü kesin olanaksızdır!... Hiç bir yaratılmış, O "ZÂTI" algılayamaz!... Ancak izhar ettiği mânâlar yollu, bu mânâları yaratan şu özelliklere de sahiptir, denebilir!...

-"GAYBI ANCAK ALLAH BİLİR, başkası bilmez" denilen gayb, "mutlak gayb"tır!...

"Mutlak Gayb"ın dışındaki "izâfi gayb" ise, "ALLAH" dilemesi ve takdiri sonucu olarak bilinebilir...

Ve bu biliş, "Allah"ın muradı doğrultusunda çok yönlü olabilir...

Gerek kerâmet adı verilen yoldan Evliyaullah’ın "keşif" ve "fetih" sonucu erdikleri; ve gerekse de istidrac yollu gerçekten sapmış kişilerin bildikleri "algılayamadıklarımız" hep bu durum sonucudur...

Öte yandan, "göresel gayb"ın en önemli bölümü, "âhiret" dediğimiz, ölümötesi yaşam boyutudur... Kabir alemi; berzah alemi; mahşer âlemi; sırat süreci; cehennem ve cennet yaşamları hep bu "göresel gayb" ismi altında mütalâa edilir...

Kabir alemi, kişinin biyolojik halihazır bedenini terketmesinden sonra içinde yaşadığı mezardan geçtiği alem ya da boyuttur!..

Berzah âlemi ise, Nebiler, şehitler ve bazı velilerin halen yaşamakta oldukları ve zaman zaman biraraya gelerek görüştükleri alemdir...

Mahşer alemi ise, "kabir âleminde kabuslar içinde veya güzel görüntülerle" yaşamlarını sürdürenler ile; “berzah” âleminde serbest dolaşanların tümünün bir araya geleceği; ve herkesin dünyada yaptıklarının kesin neticelerini görüp alacağı süreçtir!...

Sırat devresi ise, "cehennem" içine çekilmekteki dünya üzerinde bulunan, insanların, "cennetler" ismiyle tanımlanan ortama kaçış olayıdır...

Dünyada iken yaptığı çalışmalar sonucu elde ettiği güç oranında, kişiler, geçiş süreci içinde cehennemin ıstırabını çekerler... Ya da güç yetersizliğinin doğal sonucu olarak, kaçamayıp, sonsuza dek orada kalırlar...

Yahut da, bütün bu aşamalardan geçerek, neticede “Cennet” ismiyle işaret edilen, ALLAH`ın kendisine bahşetmiş olduğu “hilâfet” özellikleriyle, her istediklerini oluşturacakları mutlu yaşam boyutuna geçerler...

İşte belki de yüzmilyonlarla seneleri kapsayacak böyle bir süreç ve olaylara “gayb” kelimesiyle işaret edilmiştir!...

Diğer taraftan olayın bir başka yönü daha vardır...

İnsan türüne göre gayb başkadır; cin türüne göre gayb başkadır; melek türlerine göre dahi gayb başka başkadır!..

Yani, sadece insana "göre" gayb sözkonusu olmayıp, tüm varlık türlerine göre de "gayb" değişik değişiktir... Ki bu yüzden, bu "gayb" türüne "gaybı muzaf" yani "göresel gayb" derler..

Ayrıca, "B"ilgayb" ibaresini, "B" sırrına dayalı bir şekilde anlarsak;

“Onlar, gayblarında bulunan "hilâfet" sırrını oluşturan "Allah" isimlerinin işaret ettiği biçimde, gayblarının, "Gaybı Mutlak" olduğuna; bunun asla ve kesinlikle kapsanamayacağına ve kavranamayacağına iman ederler.”mânâsını dahi farkedebiliriz!.

"İMAN"a gelince...

"Yu`minune bilgaybı" daki “İMAN”a...

Burada bahsedilen "iman" iki mânâda anlaşılır...

Tahkike dayalı inanış... Yani, kişinin yapmış olduğu araştırma ve tetkikler sonucunda işin hakikatını anlaması ve aklının erebildiği kadarını kavrayıp; aklının eremediğine de iman etmesi..

İşte bu, "tahkik" yoludur...

Sezgiye dayalı inanış... Genelde tüm inananların içlerinde hissettikleri bir inanış... Zorlamayla bir nedene bağlanabilir; ama gerçekte, sadece bir sezgi, bir hissediş ile oluşan saf bir imandır...

Bir de bu ikisinden ayrıca, çevrenin etkisiyle, “herkes” öyle diyor, kabulleniyor, diye taklid yollu inanış!..

Bütün bunlardan sonra, bir de imanın çok üst derecesi olan “ÎKAN” vardır ki, ona da sırası geldiğinde gireceğiz...

Demek oluyor ki; "yu`minune bilgaybı" açıklaması "GAYB"ın şartlanma veya hissediş, yahut da hakikatını kavrama, şeklinde üç yollu kabullenilişini açıklamaktadır...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Ara.2009 Çar 02:22:02sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                   ÇOK YÖNLÜ NAMAZ

"...Ve yukıymunes salâti..."

 “...Ve namazı kaim kılarlar...”

 Burada bir kaç mana anlıyoruz...

Şayet dikkat edersek, "yusallûne" yerine "yukıymunes salâti" denmiştir... "Namaz kılarlar" anlamına olarak "yusallûne" kelimesi kullanılabilecekken; toplu olarak "namazın kâim kılınmasından", yani, bu kelimeyle işaret edilen mânânın toplu olarak, elbirliğiyle gerçekleştirilmesinden sözedilmektedir; ki, bu üzerinde önemle durulması gereken bir işaret olmaktadır...

Ayrıca “salat” hem “dua” anlamındadır; hem de “namaz” anlamına gelmektedir... Öyle ise olayı burada da çift yönlü, yani her iki manaya da dönük bir şekilde, ayrı ayrı değerlendirmek mecburiyetindeyiz..

Yani, “salât”ın hem bireysel işlevi sözkonusudur, hem de toplu işlevine dikkat çekilmektedir...

Toplu ve bireysel uygulaması sözkonusu olan “salât”ın hem “dua” yanı, hem de “namaz” yanı mevcuttur...

Ve “NAMAZ”ın dahi, “kılınması”; “ikamesi”; “vustâsı” ve “daîmisi” mevzubahistir!...

Bize bu konuda açılanlardan, anlatabileceğimiz kadarıyla, bunları izaha çalışalım...

“SALAT” kelimesinin mânâsını ister “DUA” anlamıyla, ister “NAMAZ” anlamıyla değerlendirelim, her iki şıkta da faaliyet beyinde ve düşüncede olmaktadır...

“DUA”yı “yönlendirilmiş beyin dalgaları” olarak mütalâa edebiliyoruz...

Namaz dahi; “okunan şeylerin mAnâsının bilinmesi zorunlu olmadığına” göre bir yönüyle tamamen beyin faaliyetleriyle ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır...

Böyle olunca, farkedilmektedir ki, en alt düzeyde yerine getirilen “SALAT” ile, yani “namaz kılınarak”, "ALLAH" isimleriyle bezenmiş ve oluşturulmuş beyin tarafından, okunan âyetler ve dualar ile ilgili konuda “yönlendirilmiş dalgalar” üretilerek bunlar hem dışa, çevreye yayılmakta; hem de “Ruha yüklemektedir”!.

Bireysel mânâda yapılan bu çalışma, şayet toplu olarak yapılma yoluna dökülürse, o zaman olay çok daha büyük boyutlarda sonuçlar oluşturmaktadır... Yani, “cemaatle namaz” veya “toplu dua” gibi!...

Çünkü pek çok beyinden yayılan güçlü yönlendirilmiş beyin dalgalarının istenilen amaca dönük bir şeyler oluşturma ihtimali çok daha fazladır!..

İşin içyüzü böyle olunca, “salâtı ikâme etmenin” mânâsını, “inananların inançları doğrultusunda güçlü beyin dalgalarını kullanmak suretiyle, topluma yararlı yön verme” anlamında değerlendirebiliriz sanırım... Bu mânâda yağmur dualarından; düşmanın kahrına; ya da HACDAKİ milyonların vakfe duasına kadar çeşitli duaları hatırlayabiliriz.

Diğer taraftan olayı “namaz” olarak ele aldığımızda da aynı hususa işaret edildiğini görmekteyiz...

-"Cemaatle kılınan namaz, ferdi kılınan namazdan yirmibeş kat daha kazançlıdır" şeklindeki Rasûlullah açıklaması bu olayı açık-seçik vurgulamaktadır...

Demek ki, “salatın topluluk tarafından ikamesinin” bir manası da bu oluyormuş...

Gelelim “salat” kelimesinin “bireysel namaz” olarak anlaşılması doğrultusunda fark edebileceğimiz anlayış seviyelerine...

“NAMAZ”ın “kılınmasına”, “ikâmesine”, “vüstâsına”, “daîmisine”...

Kılınan namaz, genelde pek çoğumuzun her gün kılmakta olduğu namazlardır... Namaza durur, okunması gerekli olanları, bir çoğumuz mânâlarını dahi bilmeden okur, gerekli hareketleri yaparak ibadetimizi tamamlarız...

Bu arada aklımıza çeşitli olmadık fikirler de gelebilir, ve elde olmaksızın onları düşünebiliriz... Bu kılınan namazın faydası, öncelikle emre uymanın getirdiği imanı kuvveden fiile dönüştürmektir..

İkinci olarak kazanç, namaz içinde okunanların farkında olmasak dahi, bu mânâ ve enerjinin(nurun) beyin tarafından ışınsal enerjiye çevrilerek ruha yüklenmesi, böylece kişinin “nûrunun” artmasıdır.

Bu sebepledir ki, “ben namazın tam hakkını veremiyorum; öyle ise hiç kılmayayım” denerek terki kişi için çok büyük kayıptır!...

Maalesef, namazın “ikâmesi” denen husus günümüzde namaz “kılınmasına” dönüşmüştür!... Yani, genelde edâ edilen namaz, “ikâme” derecesinden, “kılınma” derecesine inmiştir!...

Halbuki namazın “ikâmesi” ile “mi`râc” hasıl olur!..

Niteki Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle buyurur:

 -"Namaz müminin mi’râcı ‘dır!.."

Namazın “müminin mi’râcı olması” kişinin "Allah"a vuslatı demektir!..

“Varsaydığın” benliğinin “yok”luğunu müşahede ile "ALLAH BÂKİDİR" diyebilmendir.

Eğer ki sen, namaz halinde, namazın hakkını veremiyorsan, henüz namazı “ikâme” edemiyorsun demektir... Zira namazın hakkını vermenin en alt derecesi “İHSAN” halidir...

Namazda “İhsan” derecesini Efendimiz Aleyhisselâm şöyle anlatıyor:

-"Sen Allah`ı göremiyorsan dahi, Allah seni görüyor olarak düşünüp, namazını böylece edâ etmendir İHSAN!...

Bunu da, basit bir dille, “Allah`ın huzuruna çıkmak” diye dilimize çevirmişler.

Halbuki, sadece namazda değil, her an O`nun huzurundasın!... Her an O`nun huzurunda iken, bundan gaflet edip; sadece namazda O`nun huzuruna girmeyi kabullenmek, son derece önemli bir “SAPMA”dır!..

“Namazdasın, Allah`ın huzuruna çıktın”... demek son derece fahiş bir yanlıştır!... Küfre kapı açan bir yoldur bu düşünce!... Niye?

Çünkü, namazın dışında iken, O`nun huzurunda, değilsin, o bulunduğun yerde O yok(!)... Seni görmüyor, bilmiyor; ötelerde bir yerde oturuyor... da; sen namaza durunca O`nun huzuruna gidiyorsun, giriyorsun!!!... Olmaz böyle şey!..

Bu “sapmış” düşüncenin kişiyi getirdiği nokta, "ALLAH"ı inkâr ve ötede, tepede, uzakta bir yerde ya da boyutta bir “TANRI” kavramını kabullenmedir!...

İşte bu sebepledir ki, bu hususu iyi anlamak ve değerlendirmek zorundayız...

 -"Namaz dinin direğidir!"...

 Buyuruyor Hazreti Rasûl Aleyhisselâm... Niçin?...

“Namaz dinin direğidir” deniyorsa şayet; önce anlamak gerek... Nedir dinin direği?... “NAMAZ”!... Nedir “NAMAZ”..? Ki “ikâme” oluna...

İkâme olunan namaz ise “HUŞÛ” ile edâ edilen “namaz”dır!.. Bu kişilerden "Namazlarında haşyet hâlindedirler" denerek sözedilir!...

“Haşyet”, bilelim ki “korku” değildir...

“Korku”, kişinin zarar göreceği bir şey karşısında “eyvah ne yaparım” duygusudur...

“Haşyet” ise, karşılaşılan azâmet, ihtişam, yücelik, olağandışılık, ve daha bir çok bu tür tanımlamanın getirdiği ulvîlik önünde; aczini, yetersizliğini ve nihayet “hiçliğini” hissetme hâlidir.. Bu hissediş, “haşyet duyma” olarak tanımlanır...

“Namaz”daki “haşyet”e gelince...

Basiret sahibi bir kişinin “haşyet” hâlini hissetmesi için “ALLAHÛ EKBER” sözcüğünün mânâsını tefekkür etmesi yeterlidir!..

Ancak, isterseniz bu hususu biraz daha sonraya bırakıp, namaz öncesi gerekli olan hazırlıktan sözedelim; “huşû ile namazın ikâmesi” için...

Dindeki tâbirleriyle namazın tamam olması için şu şartlar gereklidir... Necasetten taharet, hadesten taharet, setri avret, vakit, niyet, kıbleye yöneliş...

Bu altıya bir altı şart da namaz içi olarak eklenir:iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rüku, sücud, teşehhüd miktarı ka`dei âhire...

Şimdi bu toplam oniki şartı kısaca açıklayalım...

Necasetten tahâret, pislikten arınmaktır.. Görünür ve görünmez olmak üzere iki türlü “necis” yani “pislik” vardır...

Görünür olanı malum; büyüğüyle, küçüğüyle...

Görünmez olanı ise daha mühimdir ki, Kur`ân-ı Kerim bu pisliği "ŞİRK" olarak açıklamış ve "ŞİRK EHLİ NECİSTİR" hükmünü duyurmuştur!.

Kişinin namaza yönelmesi için önce "ŞİRK"ten arınması gerekmektedir...

"Şirk", iki türlüdür;

Gizli şirk ve açık şirk!...

Konuyu fazla yaymamak için detayına girmiyorum... Ancak düşünü dünyasında yer alabilen “GİZLİ ŞİRK”in ne olduğunu öğrenmek isteyenler, "GAVSİYE AÇI KLAMASI" ve "TECELLİYAT" isimli kitaplarımızı inceleyebilirler...

Ancak şu da var ki, kişinin, "ALLAH İsmiyle İşaret Edilen Zât"ın varlığını anlamadan, gökte tasavvur ettiği bir tanrıya yönelmesi, ona ne dereceye kadar yarar sağlar, bunun da üzerinde düşünmek gerekir sanırım..

İkinci şart Hadesten tahâret, yani abdest almak idi... Maddisi suyla olur, ya da toprağa teyemmüm ile...icabında bir bardak suyla abtest alınabildiğine; teyemmümde, yüze toprak sürüldüğüne ve toprak sürülen bir yüze de temizlenmiş diyemiyeceğimize göre, bundan anlaşılmaktadır ki, abdestin maddi yönü temizlik gayesine bağlı değildir...

Öyle ise, niçin abdest almaktayız? Bunun açıklamasını da şu anda 9. baskısı yapılan “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda bulabilirsiniz...

Mânevi mânâda abdest ise, duyularından ve organlarından sâdır olan fiillerden; yani bunları kendi yarattığını sanıp kendine maletmekten arınmaktır...

Her şey bir hikmete dayalı olarak Hak tarafından yaratılmaktadır; diyebilmektir!...

Ve hatta, idrak edebiliyorsan eğer, Hakkı “hikmet”le kayıtlamaktan dahi kaçınmaktır!..

Setri avrete gelince... Genel anlamıyla, avret kabul edilen yerleri namazda örtmek demektir. Erkek ve kadınlar için farklıdır!..

Düşünsel boyuttaki setri avret için beşeri şartlanmaların, değer yargılarının ve duyguların üzerine şal atarak; objektif olarak "ALLAH" ilmine açık olmak gerekir... Bu yapıldığı zaman, “benlik” kavramı örtülmüş olur!.. Zira, “benlik” insanın ayıp yeridir; ki atılamıyorsa dahi, hiç olmazsa örtülmelidir...

Vakit, namazın gerçekleşmesi için gerekli olan bir husustur. Hangi vaktin içinde iseniz, o vaktin namazını kılabilirsiniz ancak!...

O vaktin namazı dışında kıldığınız tüm namazlar “yararlı” namazlar sınıfındadır...

Zâhirde, namazın bilinen beş vakti vardır... Derinlik mânâsı itibariyle vaktin girmesi ise; kişinin “benlik”ten arınmasıyla huzurullahta “benliksiz” olarak yeralmasıdır!..

Niyet, kişinin namaza hazırlanma düşüncesidir.. Yöneliştir... Karardır... Hedef "ALLAH"ta yokluğunu farkedip; dilinde okuyanın "O" olmasıdır!...

İstikbali kıble, Kâ`betullah’a yönelmedir.. Derinliği itibariyle ise... Özündeki "ALLAH"a yöneliştir ki; tüm özlerde mevcut olan O`dur.!.. Hakiki Fâile yöneliştir... “Yok” olan “benliğin”deki “gerçek vücut sahibini” hissediştir!...

Mutlak Gayb olan "ALLAH" indinde "HİÇ"liğini farkediştir!.. Ki böylece namaz başlar...

Gelelim "namazın" gerçekleşmesi için gerekli şartlara...

İftitah tekbirine... “ALLAHÛ EKBER” diyebilmek şarttır namaza başlamak için!... Şayet kişi, “Allahu Ekber” diyebilirse; içinde bulunduğu dünyayı, galaksiyi, uzayın sonsuz büyüklüğünü ve milyar kere milyarlarca yıldızdan oluşmuş galaksiyi hissedebilir ve muhteşem sonsuzluk içinde kendi yerini düşünürse; sonra da o muhteşem sonsuzluğu Yaratan Yüce Zât`ın hafsalalar ötesi azâmet ve kibriyâsını farkederse... Namaza başlamış olur!...

İşte bu hâl, kişide “haşyet” duygusunu oluşturur ki, bir çokları titrer ve kendinden geçer!... “Benliği” bir anda eriyip gider; ve o yokluk içinde “Besmele” çekilip "Fâtiha"yı okunur ki; artık okuyan kendi olmaz!, "ALLAH KENDİSİNE HAMD EDER" o dilde!... "Attığında sen atmadın, atan ALLAH`tı" hükmünce!...

Bu “Mİ`RÂC” olan namaz hâli, kişiyi “vüstâ” olan “orta namaz” hâline, yani namazın “özüne” erdirmiştir!...

Varlığında “kaim” olan “Kayyum”u müşahede eder... “Kıraat” kelâmın sahibinden gelir!..

Rükû, belden öne eğilmedir... “Okuyan” önünde, haşyet içinde boyun bükülür, bel kırılır... Tüm varlığın, “Okuyanın” hükmü altında varoluş görevlerini yerine getirmek suretiyle “kulluklarını” yerine getirdikleri tesbit edilir!...

Bu eğilişe karşılık “Kıraat sahibi” dilinden seslenir;

-"Semi Allahu limen Hamideh"

 “Hamd edenin hamdını Allah algılamıştır”!.

 Nasıl algılamaz ki, zaten söyleyen kendisiydi!. Ama, bunu söyleyen dil, “kul”dadır!...

Ve rükûdan kalkılır;

 -"Lekel hamd!... Kemâ yenbağıy licelâli vechike ve liazîmi sultanik!.."

 “Hamd sana aittir!... Vechinin celâlini ve saltanatının azâmetini hakkıyla değerlendirmekten âcizim!..." denir..

Bunu hisseden ve dile getiren Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’a uyarak...

Ve bu acziyet ile “yokluğa” uzanılır; “secde” edilir!.. Bu “secde”de tüm varlığın vücudunun "ALLAH" indinde “yok”luğu hissedilir ve müşahede edilir...

Secdeden kalkılır, oturulur ve bu oturuşta, secdede yaşanılan sonucu olarak şöyle denilir:

 -Va`fuanna, vağfirlena, verhamna!.

 "Acı bize; bağışla; merhametini ihsan et".

 Ve sonra ikinci defa “secde”ye gidilir...

Tüm varlığın "ALLAH" indinde “yok”luğunu müşahede eden de bu defa “yok” olmuştur!... “HİÇ”lik tahakkuk etmiştir!...

Secdeden kalkılıp, oturulur ve sesleniş yükselir:

 -"Et tahıyyatu lillah, ves salâvatu vet tayyibat!.."

 Cevap ise Rabbindendir, “özündeki Hakikatı Muhammedî”ye hitâben:

 -Es selâmu aleyke ya eyyühen nebiyyü, ve rahmetullahi, ve berekatuh!.

 Selâm, dalga dalga yayılır “özündeki Hakikatı Muhammedî”den “kulluk” görevini yerine getirmekte olan tüm “sâlih”lere... “benliğinden kurtulmak suretiyle tüm SALÂHA ermişlere”...

 -SELÂM, üzerimize ve “kulluk” ifa etmekte olanların içindeki tüm “sâlih”leredir!...

Ve böylece, müşahedemizden anlatabileceğimiz kadarıyla “müminin mi`râcı” olan namaz gerçekleşir..

Şayet, bu yaşanılanlar, o kısa süreçten taşar, tüm zamanlara yayılırsa...işte o vakit, bu "daimi namaz" adını alır; ve bu tâbirle, kişide yaşanılanın sürekli o müşahede hali olduğuna işaret edilir... ALLAH bu hâle hidâyet ede!..

Ancak, sırası gelmişken, burada, çok önemli bir konuda uyarıda bulunmak istiyorum!.

Kişi, namazı derinliği itibariyle hangi mertebeden “ikâme” ederse etsin; kesinlikle bedenen yapılan uygulamadan da geri kalmamalıdır..

Nasıl, benim yemeğim yenmiştir, deyip yemek yemeden duramıyorsak... Aynı şekilde, benim namazım kılınmıştır, gerekçesini de kabul edemeyiz...

Zira bedenen uygulanan namazın yeri ve getirileri ayrıdır; bilinç boyutunda yaşanan namazın getirileri ayrıdır... Hiç biri, diğerinin yerini asla tutmaz!...

Unutmayalım ki, bu dünyada bir beden koşullarımız mevcuttur, bir de bilinç... Aynı tarzda, ölüm ötesindeki tüm aşamalarda da gene bir “beden” yapımız olacaktır, bir de “bilinç”...

Bizim bunlardan herhangi birini ihmal etmemiz, aynen burada olduğu gibi, gelecekte de hatamızın neticelerine katlanma zorunluluğunu getirecektir...

“Arifi Billah” olmayanlar, yani “B” sırrıyla “OKU”yamayanlar, genellikle bâtının nurlarıyla zâhirden perdelenirler!... Yani, müşahede ettikleri sırların kendilerinde oluşturduğu mânâlarının bilinçlerini kapsaması sebebiyle, yaşanılan gerçekleri gözden kaçırırlar!...

İşte bu durumdakilerin yanlış davranışlara sapmamaları için, geçmişte yaşamış “öze ermişleri” örnek alıp, en azından onları taklit ederek yollarına devam etmeleri gerekir...

Ki böylece "Allah" mârifeti yolunda ilerlemelerine devam etsinler...

Aksi takdirde, belli bir müşahedede kilitlenirler ve ötesindeki hayâl bile edemedikleri sonsuz mârifetten mahrum kalırlar!..

Bilmem böylece, "...yukıymunes salâti..."den anlatabildik mi birşeyler...?

Şimdi geldik gerisine...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Ara.2009 Çar 02:23:53sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

             "İNFAK"IN SEBEPLERİ

"...Ve mimma razaknâhüm yunfikûn.."

 “RIZIK” son derece geniş kapsamlı bir kelime olup, yenen, içilen, her türlü kullanılan, yararlanılan şey olduğu gibi, çocuk, eş, yapılan çalışmalar, kişide meydana gelen ilim, yaşanılan tüm manevi haller dahi hep bu kelime kapsamında mütalaa edilir...

“İNFAK” ise, elden çıkartma, bir başkasına verme, anlamındadır..

“İnfak”ın iki derecesi vardır;

“İnfak”ın birinci derecesi, yukarıdaki âyette belirtilen şekilde “rızıklandırıldığından başkalarına bağışlama”dır; başkalarıyla paylaşmadır.. Bu bağışlanan, elindekilerin herhangi bir kısmı olabilir... Elindekinin “ille de şu bölümü” diye bir kayıt yoktur...

“İnfak”ın ikinci derecesi ise “Birr” diye tanımlanır, ki buna işaret eden ayet de şudur:

 -"SEVDİĞİNİZ ŞEYLERDEN iNFAK ETMEDİKÇE BİRRE EREMEZSİNİZ". (3-92)

 Dikkat edilirse burada "SEVDİKLERİNİZDEN" kaydı mevcuttur... Rasgele bir şeyi değil!

Bu âyet nâzil olduğu zaman, Rasûlullah yanındaki inanmışların her biri, en çok sevdikleri nesneleri başkalarına bağışlamışlardı... Elbette ki, bu âyet sadece o zaman yaşayanları değil; diğer âyetler gibi, kıyamete kadar tüm hitâp ettiği müslümanları muhatap alıyordu..

Niçin “rızıklandığından başkalarına infak”...?

Anlayabildiğimiz kadarıyla, “infak”ın önde gelen sebebi, kişinin olabildiğince elindekileri başkalarıyla paylaşmak suretiyle, “sahiplenme düşüncesinden” kendini arıtmasıdır..

İnsanoğlu, netice itibariyle, nesi var nesi yok elindekilerin hepsini, er ya da geç zorunlu olarak terkedip, bu dünyadan geçip gidecektir!.. Durum bu olduğuna göre de, en akıllıca iş, yarın nasıl olsa terkedeceğin şeye bugünden hırsla bağlanmamaktır...

İnsanı dünyaya en fazla bağlayan şey, sahibi olduğunu sandıklarıdır!...

Hazreti İsa`nın şu işareti çok önemlidir:

 -"İnsanın kalbi sahiplendiği şeylerledir... Öyle ise sahip olduklarınızı Allah için bağışlayınız ki, kalbiniz onlarla birlikte göklerin melekutunda yer alsın!.”

 “Ölüm” yani “dönüşüm” anında insana en büyük ıstırabı, o güne kadar beraber yaşadığı malı-mülkü ve yakınlarından ayrılma duygusu verir...

Bu duygudan kurtulmanın formülünü ise, İslâm düşüncesi şöyle vermiştir:

Elinde ne varsa, hepsi Allah bağışıdır!... Diler verir, diler geri alır!... Vermesinde de almasında da bir hikmet vardır...

Siz bu gerçeği bilerek; elinizdeki her şeyin geçici bir süre için emanet olarak verildiğinin bilinci içinde olarak, “ne elinize girenle sevinip şımarın, ne de elinizden çıkandan dolayı üzülüp kendinizi yıpratın”...

Esasen, rızık tamamiyle ALLAH takdiridir... Nedeni, niçini sorulmaz!.. Dilediğne dilediği kadar verir ve dilediğinden de dilediğini alır...

Aklı başında insana yakışan odur ki, aldığında da verdiğinde de daima ön planda Allah takdirini tespit eder; ve, her şey O`nun takdiriyledir, diyerek hiç bir şeyi sahiplenmez!..

Sana ilham eder, bana verdirir; bana ilham eder, ona verdirir!.. Ancak, kesin olarak bilelim ki, kim kime ne vermiş ise, gerçekte hüküm ve takdir kesinlikle Allah`ındır!.. Bizler ise arada sadece vesileyiz...

Ne takdirde olmayanı verebiliriz; ne de takdir edilmiş olanı vermemezlik edebiliriz!..

İşte bu gerçeği kavrayabilirsek; “infak” çok kolaylaşır!...

İster zekât, diye anlayın “infak”ı, ister sadaka diye, ister hediye diye... Önemli olan, elin altındakileri başkalarıyla paylaşabilmek; karşılık beklemeden onları bağışlayabilmektir...

Şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir...

“Karşılık beklemenin” temelinde yatan neden, “sahiplik düşüncesi ve benliktir”!... Kendine ait kabul ettiğin şeyi karşındakine verdiğinde, elbette onun karşılığını beklersin... Ama, Allah`tan; ama, “kul”dan!...

Oysa sahibi olmadığın bir şeyi verince, elbette ki karşılık beklemek diye bir şey de sözkonusu olmaz!..

Sana emanet verilen bir şeyi iade ettiğin zaman, buna karşılık bekler misin?.. Elbette ki hayır!..işte bu örnekte olduğu gibi, “karşılıksız vermenin” tek yolu o şeyin kendinde emanet olduğunu farketmektir!..

İşte bu idrak içinde “infak”ı değerlendirirsek...

“Korunmak isteyenler” infak yolunu da zorunlu olarak tutacaklardır... Çünkü onlar, elleri altındakileri terketmenin ıstırap ve azabından olabildiğince korunmak için, bugünden tedbir almanın mecburiyetini farketmişlerdir... Ki bu taban çaredir!..

Bir de bunun daha üst seviyedeki “korunma çaresi” söz konusudur ki, o da yukarıda izah ettiğimiz âyettir...

Hani şu "BİRR"e ermeyi tavsiye eden ayet!...

“BİRR”e ermenin yolu “BEN”i terkten geçer!... “BEN” kalmazsa, elbette “BENİM” de sözkonusu olmaz!... “BEN” kalmazsa, hep "O" olur!.. Hep "O" olunca, artık, benim, senin, onun kavramı kalmaz... Sevdiğin, nerede ve kiminle olursa olsun, gerçekte hep seninledir!... Çünkü hep O`nunladır!... Bu yaşamda ise, artık birimsellikten ileri gelen kavramlar eriyip gider; "ALLAH"la olmak sana yeter!..

Bu sebepledir ki, şeklen, sevdiğini bağışlamak, vermek; gerçekte benliğini terketmek ve arınmaktır... Ki bu yol da vuslat kapısını açar!...

Netice... Kişi beden değişimi (ölüm) sonrasında karşılaşacağı azaplardan korunmak istiyorsa, infak etmek zorundadır... En azıyla “zekât” miktarınca!... En çoğuyla, maddi mânevi tüm varlığıyla her şeyini “halka hizmete” tahsis ederek!...

-"İnsanlara şükretmeyen Allah`a şükretmiş olmaz!.."

Hadisinde olduğu üzere... “varlığını” Allah yolunda bağışlamak suretiyle!...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Ara.2009 Çar 02:26:26sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                DİNLER Mİ, "DİN" Mİ

"Velleziyne yu`minune bimâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik..."

“Ve onlar sana inzâl olana, ve öncekilere inzal olana iman ederler..."

Hatırlanacağı üzere, daha önceki bölümlerde iki âyetten sözetmiştik... Tekrarında yarar vardır düşüncesiyle yine yazıyorum:

-"ALLAH İNDİNDE DİN İSLÂMDIR...!" (3-19)

-"KİM İSLÂM DIŞINDA DİN SEÇERSE BU GEÇERLİ DEĞİLDİR !." (3-85)

Bu âyetlerden birincisini şayet iyi anlarsak; görürüz ki âyette herhangi bir zaman kaydı ve belirlemesi mevcut değildir...

Bu da demektir ki, tüm zamanlarda,insanlar varoldukça, Allah indinde “DİN” kabul edilen, tek bir sistem vardır; o da “İSLÂM”dır; ve “DİN” budur işte!..

Adem Nebi’den  günümüze ve kıyamete kadar geçerli olan “DİN”  İslam`dır!..

Şimdi şu soru sorulabilir... Geçmişten gelen Yahudilerin dini, yani Musevilik ya da Hıristiyanlık gibi dinler ne oluyor?... Onlar Allah indinde “DİN” değil mi?

Eğer, “İSLAM”ın mânâsını hakkıyla anlarsak, görürüz ki, ister Hazreti Musa Aleyhisselâm olsun, ister Hazreti İsa Aleyhisselam olsun hepsi de gerçekte tek bir sistemi anlatmaya çalışmıştır... Ancak onların anlattıkları evrensel bir kavram olan “İSLAM” anlayışı, mensupları tarafından tam olarak kavranılamadığı için, kavim dini haline gelmiştir.

Bu sebepten dolayı Yahudiler der “sadece yahudi ırkı cennete girecektir”; Hıristiyanlar der: “sadece hıristiyanlar cennete girecektir”.

Oysa biz diyoruz ki; “İSLAM” ehli olarak: “Bütün Hak Nebi ve Rasullerin  bildirdiklerini kabullenmiş ve onların gösterdiği yoldan gitmiş olan herkes hangi ırk ya da topluluktan olursa olsun, neticede cennete girer.”

Ya da daha gerçekçi bir ifadeyle şunu söyleyelim... “Allah`ın dilediği herkes cennete girecektir!.”

Biz Allah Rasûlü ve son Nebi Hz. Muhammed Mustafa`nın tüm bildirdiklerine iman ederiz... Ayrıca, daha önce diğer Nebi ve Rasûllerin  ve nihayet Hazreti Musa ile Hazreti İsa`nın dahi orijinaliyle söylediklerine iman ederiz...

Biliriz ki onlar da kendi toplumlarına "ALLAH"ı bildirmişler; "ALLAH" indindeki “DİN”i, ve o devrin şartlarına uygun yaşam kurallarını Allahın vahyettiği biçimde getirmişlerdir...

“DİN”de iki tür beyan vardır:

Birincisi, hiç bir zaman değişmeyen, zamanüstü kesin gerçekler...

İkincisi, toplumlara, içinde yaşadıkları şartlara göre en ehven korunma yollarını gösteren koşullar... Bunlar, devirlere ve toplumlara göre, Nebiler aracılığıyla değiştirilmiştir.

Yani, "Allah" indinde tek “DİN” olan İSLÂM, zamanüstü kesin gerçekleri vurgulaması itibariyle her zaman yürürlükte olması yanı sıra; insanlara önerileri yönünden de çeşitli yeniliklere açık bir dindir...

Bu sebeple hep aynı tek gerçeği seslendiren geçmişteki tüm nebilere inandığımız gibi, onları getirmiş oldukları kitaplardaki orijinal bilgileri de tasdik ederiz.

Biliriz ki, iman edilmesi gerekli olan ALLAH`ın varlığı, ölümötesi yaşam, meleklerin varlığı, dünyada yaptıklarının neticesine katlanma zorunluluğu gibi hususlar hepsinde ortaktır... Ve bu şartlarda zaman içinde hiç bir değişme söz konusu değildir...

Buna karşın, toplumların sosyal düzeniyle ilgili bir çok hususta elbette ki öneriler değişmiştir... Ancak bu asla, değişik dinler gelmiştir; anlamına değildir!..

Bu hususu da böylece tespit ettikten sonra geldik önemli bir konuya daha:

ÖLÜMÖTESİNE "İKAN" NEDİR ?

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Ara.2009 Çar 02:28:36sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

        ÖLÜMÖTESİNE "İKAN" NEDİR

"... Ve bil ahıreti hüm yukınun..."

 “Ölümötesi yaşamın tüm aşamalarına İKAN sahibidirler..”

 “Âhiret” denilen “ölümötesi yaşamın tüm aşamalarına” karşı kesin bilinç sahibidirler, ne demektir?...Ölümötesi yaşam aşamaları nelerdir?... “İKAN” nedir?

“Âhiret” yaşamı “ölüm” olayı ile başlar... Kişi beden duyularıyla algıladığı boyuttan “ışınsal beyin-beden” boyutuna intikal ederek yaşamını burada sürdürmeye başlar... Daha sonra Kabir veya berzah âlemine geçer... Kıyâmete kadar da burada yaşar... Bundan sonra kabir âlemlerinde yaşayanlar ile berzahtakiler, kıyâmet âleminin şartlarına göre oluşan yeni bir bedenle o ortamda yaşamaya başlarlar... Mahşer ortamı denen bu boyuttaki yaşam da daha sonra ya sırat üzerinden cehenneme, ya da aynı yoldan cennetlere doğru devam eder!..

 "HERKESİN GÜZERGÂHI ÜZERİNDE OLAN CEHENNEM"(19-71)

den geçip kurtulanlar, yeniden bir yapı değişikliği geçirerek; “melekî” bedenle nihayet cennetlerde yaşama devam ederler...

İşte ana hatlarıyla ve çok özetle anlatmaya çalıştığım bu ölümötesi yaşam aşamaları tüm Allah Rasûlu’ne imanı olanlarca kabul edildiği gibi, ayrıca bunlara “ÎKAN” derecesinde tasdik istenmektedir...

Nedir “ÎKAN”..?

"ÎKAN"da üç ana belirgin hal vardır;

 1. Kesin olarak biliyorum ki bu böyledir..

2. Olay hakkında hiç kuşkum yok ve gelecekte de olmaz...

3. Başka türlü oluşması da mümkün değildir...

İşte bir kişi şu konuda "îkan" sahibidir dendiği zaman, yukarıda saydığımız üç unsuru kendisinde toplamış olarak, o hususu kabullenmiştir, anlamına işaret edilmektedir...

Şimdi burada "Îkan"a kendimizden bir örnek verelim...

Ölümötesi yaşamın tüm aşamalarını anlatıyor ve izah ediyoruz... Niçin?... Çünkü Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın verdiği haberlere karşı "îkan" sahibiyiz de ondan!.. Hem bize ulaşan haberler yönünden, hem müşahedemiz yönünden ve hem de günümüz bilimiyle yaptığımız incelemeler sonucu olarak aynı noktada öyle bir gerçek billurlaştı ki o da şu: ölümötesi yaşamın gerçekliği tartışmaya yer olmaksızın kesindir!.. Demek ki, başka türlü olması mümkün olmayan kesin gerçeği tespit etme anlamında olarak "îkan" kullanılıyor...

Şayet "ÎKAN"ın bu mânâya geldiğini anladıysak, "...ve bil âhireti hüm yukınûn..."un anlamını da artık rahatlıkla kavrayabiliriz demektir...

"Onlar, ölümötesi yaşam gerçeğini tartışma götürmeyen bir kesinlikle kavramışlardır..."

O kesin gerçeğe karşı "ÎKAN" sahibi olmaları dolayısıyla, "KORUNMAK İÇİN" ellerinden geleni tatbik etmek suretiyle, yoğun bir çalışma temposu içine girerler...

 "Ülaike..."

 "İşte onlar..."

 "Gaybî gerçeklere iman edenler; bunun sonucunda namazlarını ikame edip, kendilerine verilen rızıktan Allah için bağışta bulunanlar; sana ve senden öncekilere indirilenlere dahi iman ederler... Ve ölümötesi yaşam gerçeğine karşı ikana ermişler..."

 "...alâ hüden min rabbihim..."

 "RAB`lerinden gelen hidâyet ile bunu başarmışlardır."

 "RAB" konusunu daha önce işlemiştik; kısaca tekrarlayalım... Varolanların tüm varlıklarını borçlu oldukları, kendilerini meydana getiren; üzerlerinde görülen her şeyi yaratan yüce güç!.. Her an, O`nun üzerimizdeki etkisiyle hayatımızı devam ettiriyor, tüm fiillerimize, O`ndan gelenlerle yön verebiliyoruz!..

"HİDÂYET"in ne olduğunu da detaylı bir şekilde ve mekanizmasıyla izah etmiştik hatırlanacağı üzere... Şayet bu hidâyet, bu "kolaylaştırma" olmasaydı, iman ehli olmazdık.

Yani biz, kesinlikle bilelim ki, eğer iman ehli isek, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın önerilerine elimizden geldiğince uyabiliyorsak, bu tamamen, "RAB"bımız "HÜDÂ"dan gelen "hidâyet" sonucu oluşmaktadır...

Kim bu kesin gerçeği, görüp farkedemezse, ona "gâfil" yani "kozalı" derler ki, bu kişi "kozası" dışındaki gerçekten "gaflet" hâlinde yaşıyordur..

Kim bu kesin gerçeği reddediyorsa, ona "kâfir" yani "gerçeği örten", "gerçeği bilemeyen" derler. "Kâfir"ler yani "gerçeği değerlendiremeyenler" insanlık içinde en fazla yardıma muhtaç kişilerdir... Çünkü içinde yaşadıkları evrensel SİSTEMİ "OKU"YAMADIKLARI için kendi ayaklarıyla sonsuz bir azâba doğru yürümektedirler...

Buna karşılık...

"ÜMMİ OLDUĞU iÇİN", yani "SİSTEMİ OKUYAMADIĞI iÇİN" sırf inanç yollu Hazreti Muhammedi tasdik edip gereğince yaşayanlar ile...

"SİSTEMİ OKUYARAK" müşahede yolundan yürüyen varisleri veya "ÎKAN" yollu Hazreti Muhammed takipçileri ...

 Ki onlar:

 "... humul..."

Hani o kurtuluşa ereceğini duyduğunuz kişiler var ya... Belki de duymadınız, ama böyle bir durum da biliniz ki sözkonusu...

 "...İşte onlar...

 "...müflihun!."

 "... Önlerindeki engelleri yara yara kurtuluşa erenlerdir!.."

 İçinde yaşadıkları dünyada karşılaştıkları tüm engelleri büyük güçlükleri yara yara geçerek, kendilerine tebliğ edilen gerçekler doğrultusunda kurtuluşa "felaha" ermişlerdir...

"ALLAH" onlara selamet ihsan etmiştir!..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Ara.2009 Çar 02:36:22sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

       SİSTEME DAİR BİR AÇIKLAMA

"Beynimiz, zaman ve mekân kavramlarının ötesinde, derindeki bir varlığın hükmünün, başka bir boyuttan gönderdiği projeksiyonların girişim frekanslarını, matematiksel olarak değerlendirerek, gördüğümüz yapılara dönüştürücüsü.."

Zaman ve mekân kavramlarını ortadan kaldırıp, bir yana koyalım!.

"Derindeki bir varlığın hükmünün”, yani, senin varlığının özü`ndeki ana varlık, bize göre mutlak varlık!.

Senin geçici, vehmî, göresel, bireysel varlığına "ben" diyorsun ya.. "Bir Ben var ya, ben`den içeri!." Hepimizin özündeki ortak Ben, Mutlak Ben; bu derûnumuzdaki ben!..

Bir, ben var, sen var, o var!.. Bir de, ben, sen ve onun özündeki ortak "Ben" var!..

Beyin, mutlak Tek Ben`in hükmünün başka boyuttan gönderdiği projeksiyonların girişim frekanslarını; yani, O Ben`in kendi boyutundan gönderdiği projeksiyonların girişim frekanslarını; yani, O Ben`in ortaya çıkmasını istediği görüntüleri, mânâları, mânâları ihtiva eden frekansları, matematiksel olarak değerlendirerek, gördüğümüz yapılara dönüştürür.

Mânâsını bir türlü anlayamadığımız bir cümle var. Dikkat edin!. hazmedemediğimiz demiyorum, anlayamadığımız diyorum!.

Nasıl, duşa girdiğimizde üzerimize dökülen su akıp gidiyor ise; üstümüzden akıp giden su gibi, beynimizden de akıp giden bir cümle var!...

Üstümüzden akıp giden suyun, hücrelerimize nüfûz eden miktarı ne kadarsa, bu cümlenin manâsı da, beynimizde o kadar yer ediyor; ya da hiç etmiyor!.

Nedir bu cümle?..

"Allah, her bir insanı, bir gaye, ve bir amaç için yaratmıştır; ki, kişi, ancak, o yaradılış amacına uygun olarak kendisine kolaylaştırılmış davranışları ortaya koymak suretiyle, yaradanın yaratış hedefine ulaşır… Ki bu da onun fıtri kulluğudur!."

Eğer bu cümlenin mânâsı beynimizde yer ederse; bu cümlenin anlamını idrak edersek; bu anlamı hazmedebilirsek; bizde kızma ve sinirlenme, eksik, yanlış, kusur görme gibi haller kalmaz!.

Biliriz ki, o kişinin yaradılış amacı, senin yanlış dediğin, kusurlu bulduğun davranışı ortaya koymaktır!.

Zaten, böyle bir davranışı ortaya koymak amacı ile yaratılmış bir kimseye, "Niye bunu böyle yapıyorsun?" demeye senin hakkın var mı?. Sen böbrekten, kalb görevi yapmasını bekleyebilir misin?.

İşte bu tek cümle, Kur`ân-ı Kerîm’in anlattığı SİSTEM ve DÜZENİN özü ve özetidir!..

"Allah`a inanıyorum" diyen kişi, bu cümlenin mânâsını anlayıp, idrak edip, hazmedemediği sürece, taklidî imandadır!..

Bu manâyı anlayıp, hazmedip, gereğince de yaşadığı zaman ise, tahkîkî imana erer, imanın hakikatını yaşar.

Tasavvufla ilgilenen insanların ilk terketmeleri gereken şey; "kızıp sinirlenmektir"!..

Çünkü, kızıp sinirlendiğin anda sen, Allah`ı inkâr ediyorsun!.

Namazda başını secdeye koyuyorsun… Sonra da başını kaldırıp, "Ben seni tanımıyorum" diyorsun!.. "İnkâr ediyorum" diyorsun!.

Kızıp sinirlenmenin manâsı, Allah`ı inkârdan başka bir şey değildir!. Çünkü, her birim kendi yaradılış programının gereğini ifa etmektedir... Sen ona kızmakla, yaratılırken ona verilen görevi yapmasından dolayı, onu suçlamış oluyorsun!..

Burada hemen Adem Aleyhisselâm ile Musa Aleyhisselâm arasında geçen konuşmayı hatırlayalım!..

Ne buyurmuştu Rasûlullah Efendimiz?…

O birimi o programla yaratan; ve o görevi takdir eden Allah, yanlış bir iş mi yapmış?. Ne yaptığını bilmiyor mu?.

Evet!. Biliyor!.. Bile bile böyle yarattı!.. O hâli yaşasın, belirlenen görevi ifa etsin diye yarattı.. O halde, sen onu, yanlış, yersiz, kusurlu, hatalı görüp sinirlendiğin anda, O’nun “ALLAH”lığını “ulûhiyet” vasfını inkâr ediyorsun gerçekte!..

Bir soru da şu;

Rüyanın sistemdeki yeri ne?

Rüya konusunda görülenler nasıl oluşuyor… Ruh bedenden çıkıp bir yerlere mi gidiyor?

Genelde, astral seyahat denen şeyin aslı, beynin yaymış olduğu bir tür radar dalgalarının beyinde görüntü oluşturmasıdır.

Genelde, "ruh bedenden çıktı, bir yerleri dolaşıp gördükten sonra, tekrar bedene girdi" deniyor.

Hayır!.

Ruh bedenden çıkmadı ve bir yerlere gitmedi!.

Bazı, kalp gözü açık dediğimiz, keşif sahibi insanlar, beyinde mevcut radar dalgalarını bir mahalle yönelterek, orayı algılıyor; ve bu arada beyinde bir görüntü oluşuyor.

Bu işin tekniğini bilmeyenler, "ruhum bedenden çıktı, gördü, geldi" diyorlar... Ruh`un bedenden ayrılıp gitmesi, diye bir olay yok aslında bu tür algılamalarda!..

Ruh`un bedenden ayrılması iki yoldan mümkündür;

Mutlak ölüm ile;

Fetih” hâli ile.

Bu iki hâl dışında, ruhun bedenden ayrılıp gitmesi diye bir olay yok!..

Ölmeden evvel ölme hâlini “Hakk-el yakîn” yaşayan “fetih” ehli kişiler hariç, diğerlerinin hepsi, “beyin radar dalgaları” sayesinde görür!. Bu durum ya tasavvufta çalışmalar yapmış ve “mardıyye nefs” mertebesine ulaşmış kişilerde meydana gelir;ya da “nefsi emmare”de olmasına rağmen bazı kişilerde “zulmânî feth” şeklinde “istidrac” yollu olabilir.. Bu konuyu “DUA ve ZİKİR” isimli kitabımızda geniş bir şekilde anlatmıştık.. Bu yüzden burada bu konunun detayına girmeyeceğim…

Beynin yaydığı radar dalgaları, “istidrac yollu” dünya üstündeki madde boyutuna dönük olabilir.. Veya “kerâmet yollu” Berzah âlemine dönük olduğu gibi, Cennet ve Cehennem boyutuna dahi dönük, olabilir!. Hatta daha alt boyutlara da dönük olabilir.. Bu tamamen beynin hassasiyetine, yani, beyindeki açılım kapasitesine bağlı bir yetenektir!..

Meselâ, rüyada melekleri görür bazılarımız!... Çeşitli varlık suretleri teklinde, melekleri görürüz... Rüyada melekleri görmek ne demektir?…

Melekler aslında, orijin yapı olarak suretsiz ve şekilsiz varlıklardır. Ancak, meleğin işlevi ile bağlantılı bir frekansı vardır!. Yani, melekler, belirli çok çok yüksek frekanslardır, titreşimlerdir!. Ve, bu titreşimlerin ihtiva ettiği anlamlar söz konusudur.

Bu frekans, her hangi bir şekilde kişinin beynine ulaştığı zaman; beyin onu, kendi veri tabanına göre tarar ve kendi veri tabanındaki en yakın frekansa uygun şekilde değerlendirir, detifre eder!. Yani, o frekansa uygun, hayâli sureti meydana getirir. Böylece beyinde belirli bir suret oluşur.

Meselâ, rüyada ağaç konuşur!.. "ağaç konuşması" şeklinde algıladığın şey, esasında bir melek!.. Ağaç, meleğin, beyindeki veri tabanına göre en yakın ya da uygun bir şekilde sembolize olarak deşifre edilip mânâlandırılışıdır!.. Bu mânâlandırılış, veri tabanındaki tarama esnasında, o frekansın en yakını olan frekanstır.

Beyindeki veri levhaları, frekanslardır.. Beyne ulaşan frekansa en yakın frekans, beyinde hangi anlam olarak tasavvur edilmişse önceden, ona uygun suret olarak, o dalgalar beyinde açığa çıkar ve böylece rüyalar, semboller şeklinde görülmüş olur!.

Bunun, bir basamak ötesi var..

Hazreti Muhammed Aleyhisselâm diyor ki:

"İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!."

İnsanlar, dünya yaşamında iken uykudadır, ölünce uyanırlar!... Peki, uykuda görülen şey, rüya değil midir?. Bu durumda, demektir ki, bu dünyada gördüğümüz her şey, gideceğimiz ölüm ötesi yaşam boyutuna göre rüya hükmünde olacak, rüya olacak!..

Bu dünyada iken yaşadıklarımız, gördüklerimiz, ciddiye aldıklarımız, bir bakacağız ki, rüyadan ibaretmiş!..

Peki, gerçekte bir rüya olduğu açıklanan Dünya yaşamı görüntüleri nasıl oluşuyor?..

Bu da, demin açıkladığım, melekî yapının beyindeki deşifresi ile aynı tarzda bir olay!. Aslında ben, burada beynin çalışma sistemini anlatıyorum...

Bu anlattıklarım, dünyanın bir numaralı nörofizyoloğu, Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram ve, ünlü fizikçi David Bohm`un, "Beyin ve Evren" konusundaki görüşleri ile aynı.. Dünyanın bu iki ünlü bilim adamı ile, bu konulardaki görüşlerimiz tamamen çakışıyor.

Bir soru: Her hangi bir objeyi, insanlar değişik şekilde görebilir mi?.

Beyine ulaşan frekanslar aynı ise, veri tabanı da aynı ise tespitler de aynıdır, değişmez!. Zaten, hepimizin objeleri aynı şekilde görmemizin, algılamamızın sebebi, algılama araçlarımızın eş değer kapasitelerde olmasından kaynaklanır.

Gözün görme sınırları, kapasitesi belli… Aynı ışınlar, bir göze de gelse, bin göze de gelse sonuç aynıdır. Hepsi aynı şeyi söyleyecektir!. Çünkü, bin tane ayrı ayrı kapasitede göz yok!. Tek kapasiteye sahip bin göz var.

Soru: "kırmızıyı, bir renk körü, başka bir renk olarak algılıyor." Neden?.

Beyinlerde de fark var aslında.. Bakın!. hem fark yok diyorum, hem var diyorum. Neye göre fark yok?.

Temelde, ham madde olarak iki beyin de aynı. Fakat, körün beyninde gözün geçirdiği o frekanslar gerekli açılımı yapmadığı için gören kişinin beyniyle körün beyni arasında açılım yönünden fark var. Yani, beyne ulaşan veriler yönünden, beyinler arasında farklılıklar var. Beyin, veri birikimi ile belli bir kapasiteye ulaşır.

Sen anandan doğduğun zaman, beynin, sadece genetik ve astrolojik verilerle oluşan veri tabanına tâbi idi. Dünyaya geldiğin andan itibaren sürekli şekilde yeni veriler yükleniyor.

Yeni doğan çocuk ilk anda bir çok şeyi göremiyor, göz de değerlendiremiyor. Niçin?. "Değerlendiremiyor" ne demek?..

Beyinde, onu değerlendirecek belli bir veri birikimi yok demek!. Çünkü ancak, beyinde mevcut olan şeyi açığa çıkartıyorsun; beyin veri tabanında var olan kadarıyla kendindekini deşifre edebiliyorsun. Yani, genetik ve astrolojik etkilerden kaynaklanan bir tabanın, özelliklerin, ham madden var. Bu özellikler, kendi kendine açığa çıkmaz!. Giren yeni veriler istikametinde bunlar açığa çıkar. Bir örnek verelim.

Meselâ: Güzeli seçme ve güzele yönelme..

Güzeli seçme ve güzele yönelme, beyindeki bir özellikten meydana gelir. Genetik özellikten veya beyinde astrolojik olarak Venüs tesirlerinin kuvvetli olmasından meydana gelir. Venüs tesirlerinden meydana gelen veya genetikten gelen bu, güzeli seçme özelliği, İran`daki bir insanda başka türlü, Amerika`daki bir insanda ise başka türlü bir gelişme gösterir, Afrika`dakinde ise daha başka.. Yani, güzeli seçme duygusu ve arzusu başkadır, güzeli bulma olayı başkadır.. Veriye göre değişir. Temelde, baz olan özellikler genetik ve astrolojik tabanda vardır. Bunun açığa çıkması, daha sonraki, dıştan alınan verilere bağlı olarak meydana gelir kişide..

Soru: Cennet ve Cehennem ile yaşamları, birer frekans mıdır?.

-Veri tabanındaki veriler, bilgiler dediğimiz şeyler, belli frekanslardır. Veri tabanı ne kadar geniş kapsamlı ise, o kişinin Cennette duyacağı güzellikler, hazlar, zevkler de o kadar fazladır. Cennetteki mertebe farkı dediğim şey de, buna dayanır.

Onun için diyor ki, Hazreti Rasulullah:

"Beşikten mezara kadar ilim tahsil et!."

Çünkü, “ilim tahsil etmek”, denen şey, senin beyninde mevcut olup, ruhuna da yüklenmekte olan veri tabanını olabildiğince üst kapasiteye çıkarmandır.. Ne kadar beynini geliştirebilir, ne kadar veri tabanını artırabilir, ne kadar ilim sahibi olabilirsen, yaşamın o kadar farklı olur..

"Ahmaklarla sohbet etmekten kaçının" denir!.

Kimdir ahmak?..

Anlayamadığını anlamayan!..

Niye kaçınmak?.. Çünkü, sana katacağı birşey yok!. Sohbet edeceğin, beraber olacağın insan ilimce, senin ilerinde, senin önünde olsun!. Senin gerinde olan bir kişiye ise yalnızca bir şey verme amacı ile yaklaş!.

Âhirete inanmayan kişi, nasıl para ve mal biriktirme peşinde koşarsa; akıllı insan da, ilim biriktirmek için uğraşır. Çünkü, ölüm ötesinde artık yeni ilim elde etme şansının olmadığını bilir!. Ruhta ölümötesinde kapasite artırma imkânı yok!.. İşte onun içindir ki,

"Beşikten mezara kadar ilim tahsil et!. "; "Ilim Çin`de bile olsa git al!."; "Kendi önünde olduğunu bildiğin, senden daha fazla bilgili kimselerle beraber ol!. "

diye tavsiye ediliyor.

Faydalı ve faydasız ilim arasındaki fark şudur:

Ölümden sonraki yaşamda sana yararlı olacak ilim, yararlı ve faydalı ilim; ölümden sonraki hayatta geçerli olmayan ilim ise faydasız olan ilimdir!.

Burada önemli olan nokta şu; "Faydalı olmayan ilimle uğraşma!." demekten murad, bilgiye ulaşmamak, bilgiyi almamak degil!. "Ölüm ötesi yaşam için yararlı değilse, onunla sâbitlenip, bloke olma!" anlamında.. Veri tabanına girmesinde fayda var. Çünkü, hiç bir şey lüzumsuz ve gereksiz olarak sana, senin karşına gelmez!..

Yaratılmış olanın başına gelen her şey ona takdir olunan hedef ve programın bir parçasıdır!. Gereksiz hiç bir şey yoktur sistemde!. Sen yaratan tarafından hangi amaçla yaratılmışsan, onun gereği olan programla donatılmışındır; ve o programın gereği olan şekilde yaşayacaksın!. Bunu da asla değiştiremezsin!.

Kendimden misâl vereyim..

Bir zamanlar, kendimi düşündüm… Yani, o zaman için, 15-18 yaşlarında iken, kendimi kafası bir hayli çalışan bir insan olarak düşünüyordum!... Allah, kafası çalışan bir insan olarak beni, niye Avrupa`da, Amerika`da gelişmiş bir ülkede dünyaya getirmedi de, İstanbul`da dünyaya getirdi?.. Beni, Mekke ve Medine gibi bir yerde de dünyaya getirmedi?.. Bunun hikmetini çok merak ettim!..

Uzunca bir zaman dilimi ertesinde bu sorunun cevabı bana şöyle açıldı… Mekke veya Medine`de dünyaya getirseydi beni, dinin sembol, misâl anlatımında, hikâyesinde kalan bir kişi olarak kalırdım.. Batı`da dünya`ya getirseydi, bu kez, bir Karl Pribram, bir David Bohm olurdum belki!!!... Bir bilim adamı olurdum ama, Hazreti Rasûlullah’ın (a.s.) getirdiği o muhteşem ilimden mahrum kalırdım!.

Ama, beni, “şark ile garb”ın birleştiği bir çizgide var etmiş, yani İstanbul`da!.. Doğu ile Batı`nın kesiştiği öyle bir yer ki; ben, orada, hem doğu`nun, Hazreti Rasûlullah’in (a.s.) getirdiği o muhteşem ilmin suyuyla sulanmışım; hem de Batı`nın bütün bilimsel, teknolojik gelişmelerinin izleyicisi olarak; sonunda ortaya bir sentezle ortaya çıkmışım!. Hani, biraz daha doğu`da veya biraz daha batı`da dünyaya gelsem, bu sentezi muhtemelen oluşturamayacaktım!.

Demek ki, Allah, her birimi hangi amaç ve gaye için yaratmış ise, onu, o yaratış amacına uygun bir ortam, çevre ve insanlar var ederek, yaradılış amacına ulaşmasını sağlıyor!.

Yukarıdaki anlatım, bu, “Öz`den dışa” doğru bir bakışın ifadesidir!..

Olay`a, ters bir kurgu ile, yani “dıştan Öz`e” doğru bakarsak;

Allah, seni kimlerle bir arada bulunduruyor, ne ile meşgul ediyorsa, onun sonucu bir amaç için yaratıldığının müjdesi veya felâket haberi var.. Böyle düşününce, enteresan şeyler geliyor insanın aklına!..

İşte bütün bunları kavradıktan sonra, "keşke" sözcüğünün anlamını kafanızdan silin!.

Sana ulaşan her şey, senin hakkında takdîr olunan şeydir ki, ulaşmaması mümkün değildir.

"Keşke bu hatayı yapmasaydım da bu sonuç olmasaydı!" demek boşuna!.. Hayır!. Sen, o hatayı yapacaksın ve o sonuç olacak!. Çünkü, ondan alınacak çeşitli dersler var. Sende mevcut olan bazı duygular böylece törpülenecek!.. Yaradılış amacındaki noktaya ancak öylece ulaşabilirsin, başka türlü mümkün değil!..

Yapılan hata ve günâhlarda dersler ve ibretler vardır... Tövbe edersin, günah silinir gider. Ama, olandan ibret alırsın, ders alırsın!.. Çünkü yaşam, sadece ve sadece kişinin yaradılış gayesindeki hedefe, yoğrularak-yontularak, terbiye olarak ulaşması içindir!.

Diyelim ki, bir milyar basamaklı merdivende sen, 222222. basamağı oluşturmak için takdir olundun!. Bir milyar basamaklı merdivenin 222222. basamağısın. O basamak olman için, konumuna göre nasıl yontulman gerekiyorsa; Allah, sana öyle bir olaylar dizini takdir etmiştir ki; sen o olaylar dizini içindeki yontulman sonunda gelip 222222. basamak olarak oraya oturabilirsin. 300000. veya 222221. basamak oraya uymaz!.

Allah, ezelde ilminde, öyle bir merdiven takdir etmiş, çizmiş ki, o merdivenin basamakları insanlar, merdiven ise insanlık!.. Her bir insan, hangi basamak olarak takdir edilmişse, o basamağın yontusuna tâbi olacak, bir ömür boyu yaşamından sonra gelip o basamağı oluşturacaktır!.

Kıyâmet, bu merdivenin tamamlanmasıdır. İnsanlığın kıyâmeti, insanlık merdiveninin tamamlanmasıdır.

Soru:

“-Deminki anlatımda, "insanın, merdivenin hangi basamağında olacağı bellidir.." diye bir cümle geçti... Ama bir de âyet var;

"Külle yevmin huve fi şe`n"

O, her an yeni bir şandadır!”

 Bu âyetin mânâsı ile, insanın hangi basamak olduğunun takdîr ile belirlenmiş olması, hususunu çakıştıramıyorum?..”

Şu cümlenin manâsı çok önemli:

"Allah, her bir âlemde, o âlem sûretleri olarak tasarruf eder."…

İşte bu, "Allah her an yeni bir şandadır" işaretiyle anlatılan olaydır.

Şimdi dikkat ediniz…

"İrade-i cüz yoktur, yalnızca küllî irade vardır!" cümlesi ne kadar doğru ise;

"Her cüz, kendi iradesiyle yaşar!" cümlesi de o kadar doğrudur!...

Biri bu elimin en uç noktası, diğeri öbür elimin en uç noktası; oysa ben ikisi aynı şey diyorum!...

Küll var, ayrıca bir de cüz var, diye kabul ediyoruz; halbuki, böyle ayrı iki yapı yok bir kere!..

Beş duyu verilerine dayanarak varlığa bakarsan, cüzler var… İlim boyutunda, bilinç boyutunda, ilimle bakarsan cüzler yok, yalnızca Küll var!.. Yani, Varlık TEK; ve dolayısıyla da irade TEK!.. Tek bir irade var!.

Bilinç boyutundan “eşyânın hakikatine” baktığın zaman "Küll`e ait irade, Küllî irade" diyorsun...

Beş duyuyla bakarsan, aynı irade, cüz suretlerinden göründüğü için, "cüz`i irade" diyorsun.

Oysa, gerçekte, ikisi de aynı şey!.. Yani, “cüz” ve “Küll” iki ayrı şey değil!.

Dolayısıyla, "Külli irade vardır, gerçektir" dersen, doğrudur... Ama, “yanında bir de cüz`i irade vardır" dersen, yanlış!. Çünkü, Külli iradenin yanında bir de cüz`i irade sahibi bağımsız bir varlık yoktur..

Ya da, sadece "cüz`i irade vardır" diyebilirsin. Yani, ayrıca bir de “Külli irade” yoktur; çünkü “cüz” adını verdiğin şey aslında “Küll”dür!.. Göze görecüz”dür o!.. Şuur boyutunda, varlığın “TEK”liğini idrak ettiysen, artık bilmişindir ki ayrıca bir cüz yok!.

İşte bu yüzdendir ki, ya, yalnızca "her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca külli irade diye bir şey yoktur" dersin. Doğrudur.. Veya, "Külli irade vardır, cüz`i irade diye bir şey yoktur" dersin. Bu da doğrudur!..

Ancak, "külli irade yanısıra cüz`i irade de vardır!" dersen, işte bu bâtıldır, geçersizdir; şirktir!.

Şimdi, "her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca küllî irade diye bir şey yoktur" ifadesinin mânâsını anlamaya çalışalım… Burası anlaşılması bir hayli zor bir husus.. "Küllî irade vardır, cüz`i irade yoktur" diyerek olayı anlamak kolay!. Buna karşılık " her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca küllî irade diye bir şey yoktur " ifadesini hazmetmek zor!... Nasıl olacak şimdi?.

Hem de üstelik "Tek`in takdirinden, Tek`in merdiven takdirinden" söz ediyoruz yukarıda..

Tek`in merdiven takdiri olmasına karşın, o merdiven içinde yer alacak her bir basamağın, kendine göre bir yontumu var mı?.. Bu yontum olmadan basamak oluşur mu?.. Oluşmaz!..

Basamakların her biri her an oluşmaktadır.. Basamakların her biri merdivenden ayrı değildir. Yani, “cüz” dediğimiz varlıkların her biri kendisidir; ve o açığa çıkan özelliklerden ibaret olmaktan da beridir!.

Her an, “cüz” adı altında tasarrufu yapan kendisidir!.

"O her an yaratıştadır." ifadesi, cüzden aşikâre çıkan yaratılmadır!.

Allah`ın hayat sıfatı, bizde zuhur ediyor, ve "hayattayım" diyoruz. Biz nasıl, ölümsüzüz?.. Hayat sıfatı ile kâim olmamızdan, varlığımızın hayat sıfatından meydana gelmesinden kaynaklanan bir şekilde ölümsüzüz!.. İlmimiz, irademiz, kudretimiz hep aynı şekilde meydana geliyor.

Eğer, bizdeki, "dışarıdan bakmanın" getirdiği isimleri kaldırırsak, bu özellikleri bizden aşikâre çıkaranın, hep O, olduğunu anlarız. Dolayısıyla, her an yaptığın çalışmalar seni ilerletecek ve bir yere getirecektir.

"Ben nasıl olsa, ezelde bana takdir olunan basamak olmak durumundayım, öyleyse boş vereyim..." demek, muhâldir, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düşüncedir!. Çünkü, hiç bir şey yapmamak üzere oturmak, mümkün değildir. Bu, ana rahminde, spermle birleşen yumurtadan oluşan tek hücrenin; "Ben, nasıl olsa ileride büyük bir insan olacağım, o halde çoğalmayayım." demesine benzer…

O, tek hücrenin çoğalmaması elinde mi?. Hayır!.

Kendi mevcut formasyonunun, mevcut programının, yapısal özelliklerinin doğal sonucu olarak mecburdur çoğalmaya.

Aynı şekilde, olayı makro plâna, yani bizim boyutumuza çıkarırsak, ”TEK”in takdiri olan fıtratımızın, programımızın sonucu olarak, takdir edilen basamak olmak üzere, gerekli çalışmaları da yapmak zorundayız!.. Yapmamak, diye bir şey düşünülemez!..

Takdir olunan nihâî nokta, temeldeki tek hücrede mevcut!.. O hücre, benim karekteristik özelliklerimi oluşturuyor... Ama bunlar, ezelde tek tek yazılmamış, şöyle olsun böyle olsun diye...

(Buraya bir an için üç nokta koyuyorum, altını çizip üç yıldız koyuyorum. Tekrar buraya döneceğim!..)

Şimdi biz, astroloji konşurken, Venüsün tesiri geldi veya Uranüsün tesiri geldi.

Uranüs, Kova burcunun özelliklerini yansıtır. Biz, "şunu yaptık" diyoruz. Gelen yıldız tesirlerinde, yani o frekanslarda, "Hulûsi kalkıp şu kitabı yazacak." diye bir şey yok!. "Hulûsi kalkıp düşünce dünyasında yeni bakış açıları oluşturacak" diye bir şey yazmıyor.

O gelen dalga, yeni bir düşünce yapısını tahrik eden dalga… Eğer, benim beynimde yeni bir düşünceyi açığa çıkaracak veri tabanı varsa, bir veri birikimi varsa, o zaman gelen ışınımın bendeki doğal sonucu, "Düşünce dünyasında yeni bir sentezi gerçekleştirmek" oluyor.

Ama, benim beynimde, böyle bir veri tabanı, böyle bir kapasite yoksa, o dalga gelse de, geldiği ile kalıyor ve benim beynimde yeni hiç bir şey açığa çıkmıyor!. Yani, beyne gelen tesirler, beyne gelen tahrik unsurlarıdır... Gelen melekî tesirler belli konulara dönük tahrik unsurudur.

Örnek: Tıbbi deneylerde, elektrotlarla kedinin beynine giriliyor ve seks merkezi uyarılıyor. Ve, hayvanda seks arzusu oluşturuluyor. Ya da kızgınlık merkezine giriliyor, hırlamaya başlıyor...

Aslında, beyne kızgınlık veya seks duygusu aşılanmıyor, beyindeki merkezler “irrité” ediliyor... Bir bölüme yapılan irritasyon, beynin öbür alanına yapılanın aynısı... Ama, bölgeyi etkileyecek irritasyon yapılırsa, oranın, o irritasyonun mâhiyeti aynı olmasına rağmen, geldiği merkeze göre değişik tezâhür çıkıyor, hayvanda.

Yıldızlardan gelen tesirler de böyle, yalın tesirlerdir!. Bir belirli fikir getirmiyor!. Fakat, geldiği konumu itibariyle beynimizdeki hangi açılımlara hitap ediyorsa, hangi açılımları etkiliyorsa ve açılımlarda bizde nasıl bir tabanı varsa, ona göre bizden bir davranış ortaya çıkıyor.

Kader dediğimiz olaya da gelince:

Biz belli, nihâî son nokta belirlenmiş... Son noktaya ulaştıracak ana bir program da mevcut… Bunun dışındaki tüm olaylar, bizim cüz`ümüzdeki genel programın doğal sonuçlarının yaşanmasıyla oluşuyor.. Bizdeki bu program da, her an, boyutsal derinliğimizden gelen meleki tesirlerle karşılıklı alış veriş halinde… Yani, bunların toplamı olarak olaylarımız gelişiyor!.. Ve bu gelişme, hem bâtından boyutsal derinliğimden hem de zâhirden gelenlerin toplamının sentezi şeklinde, bizden her an açığa çıkıyor!.

İşte “irade-i cüz”, bu oluşmanın adı!..

İrade-i cüz”ü inkâr, bu oluşumu inkârdır!.

Bizim, irade-i küll yanısıra, bir de irade-i cüz yoktur dememizin sebebi, ikisinin aynı anda mütalâa edilmesi dolayısıyledir. Yoksa, esasında varlık, ”Tek”dir; dolayısıyla irade de tektir!.

Sen bilinç boyutunda, ilimle bakarsan, yalnızca varlığın “vechullah” denilen “tek”lik boyutunu görürsün.. Tek’lik müşahedesindesindir; “ilm-el yakîn”desindir!.

Teklik müşahadesinde, irade bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz Tek`tir!. Külli irade, cüzlere ayrılmaz Tek`tir..

Yok eğer, bireysel bazda bakarsan olaya; cüz`de açığa çıkan irade vardır; ve kendinde ortaya çıkan kendine ait kabul ettiği iradesi ile, o birim nereye varacaksa varır!..

işte Kur`ân-ı Kerîm, algılayabilme kapasiteleri farklı olan insanlara, bu iki projeksiyonu da açıklıyor..

Kur`ân, "sen ne yaparsan onun karşılığını elde edersin" ifadesi ile, sırf cüz`iyet açısından olayı değerlendirerek; -yanısıra külliyeti katmadan-, cüz`iyet açısından olayı anlatıyor.

Ya da, saf Teklik projeksiyonuyla olayı yansıtarak, "Sadece Tek bir irade vardır. O da, Allah!"; "Allah dışında bir şey yoktur!." anlamı, bu noktayı anlatıyor.

"Sadece Allah vardır ve O`nun dışında bir şey yoktur!" ifadesi, cüzleri görme projeksiyonu için de geçerlidir, doğrudur!. Ama, bunların ikisi bir arada yani aynı anda hem cüz hem de küll var sanarak değil!.

Yani, ya biri esas bakış açısını oluşturacak, ya da diğeri.. İkisini bir arada düşünmek, değerlendirmek ise, ŞİRK!..

"Külle yevmin Huve fi şe`n" (55/29)

âyetinde, dikkat ederseniz "HÛ" ismi var.. "ALLAH" ismi geçmiyor!.

"HÛ" ismi, cüz`ün özündeki Teklik boyutu değil mi?.. İşte O, Teklik boyutu, her an cüz`lerdeki tasarrufu oluşturmakta.. Oluşumun kaynağı O!..

Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği enerji ve kan ile kâim!.. Bu parmağın hareketini, bu hareketi, koldan gelen hareket simgesinin neticesi oluşturuyor.

Genelde yaptığımız bir hata var..

Âyetleri incelerken biz, orada hangi kelimelerin geçtiğine dikkat etmiyoruz. "HÛ" diyor, biz onu "ALLAH" isminin işaret ettiği mânâ olarak anlıyoruz..

"HÛ" nun mânâsı; Çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz`deki Teklik boyutudur.. Âyette, "" diyor.. Öyle ise biz onu anlamına uygun olarak dilimize çevireceğiz!.

Sorabiliriz burada: ilmin kazanılıp kazanılmaması insanın elinde mi?. Bu kazanım insanın geleceği olan basamağı nasıl etkiliyor?. Yani, tecrübe elde ediyorsunuz, kazanımlarınız oluyor ve yontulmalar sayesinde, ilimle o basamağa geliyorsunuz. Basamak belli, geleceğimiz yer belli!..

Yontulmalarla oraya geliyorsunuz... Yontula yontula oraya geliyorsunuz... Peki bu davranışlarında ilmin rolü yok mu?. Yontulma dediğin olay, kişinin aldığı ilmi ve aldığı ilmin oranının kendisinde meydana getirdiği uygulamadır. Yani, o kişinin ilminin getirdiği davranışlar, onun yontulması denen olaydır.

Şimdi diyelim ki ben, belli bilgileri aldım. O bilgileri hazmettim!. Biliyorum ki, her insan kendi yaratılış kapasitesi ve formasyonunun ötesinde bir şey yapamaz!. Ben, bu bilgiyi özümsediysem eğer… Lokantaya gidiyor, oturuyorum. Garson geliyor ve tabağı önüme atıyor; ben kafamı kaldırıp bakmıyorum bile!. Aynı hareket bir başkası için oluştuğunda büyük bir infial duyuyor ve garsona çıkışıyor!..

Ben, o insanın yani tabağı önüme atanın, yapısında mevcut olan programının sonucu olarak o fiili işlediğini, programında başka türlü bir davranışı ortaya koyacak veri olmadığını idrak etmişim ve kafamı kaldırıp bakmıyorum!.

Diğeri ise, bu ilimden mahrum.. Mahrum olduğu için garsonun o anda başka türlü davranabileceğini, başka şeyler yapabileceğini düşünüyor, onu düzeltmeye çalışıyor. Böyle düşündüğü için de, sadece kendi körlüğünü itiraf ediyor, ona kızmakla...

İlim, bende böyle bir yontulmayı getiriyor. Böyle bir yontulma dolayısıyla da artık ben, onunla fazla meşgul olmuyorum, kafamı bile yormuyorum, "niye?" diye kızmıyorum..

İnsan, bir sinirlenme anında, sinirlenip bağırdığı bir anda, beyinde milyonlarca hücre infilâk ediyor, yok oluyor!. Bir andaki bu sinirlenmenin şiddetine göre, beyinde infilâk oluyor, kısa devreler meydana geliyor, zincirleme reaksiyon oluşuyor!. Yenisi oluşmayan beyin hücrelerinin bir kısmı tümüyle tahrip olup kullanılmaz hâle geliyor!.

"Keskin sirke küpüne zarar verir." sözü buna dayanıyor!. Bir infilâk anında kendi beynini harap ediyorsun!. Sen, karşımdakine kızdım diyorsun, halbuki bir bıçakla kendi karnını yarıyorsun!. Karnını yarmak daha basit... Çünkü karnındaki yara iyileşir, geçer… Ama, beyinde infilâk eden hücrelerin yerine yenisi gelmez!.

İşte bak!. Aldığın ilmin sende hazmolması sonucunda ilim, senin otomatik olarak davranışlarını ve uygulamalarını kontrol ediyor; ve o ilimle sen yontulmuş oluyorsun. Yani, seni yontan, ilmin oluyor. Dışarıdan biri seni yontmuyor, ilmin seni yontuyor!..

Elmas vardır, 16 kesimdir. bir kıratlık taşı alırlar, 16 kesim yaparlar. Bunun değeri diyelim ki 100 milyon liradır. bir kıratlık aynı elmasa 32 kesim yapılırsa, 10 milyar lira, 52 kesim yapılırsa değeri bir trilyona yükselir. Aradaki değer farkı, yontulmadan kaynaklanıyor!.

Hepimiz birer elmasız!.. Ama, ilim bizi ne kadar yonttuysa, basamak değerimiz o kadar yukarıda olacaktır.

Soru:

Gelebileceğim seviye, yani beynimi çalıştırıp ilmi değerlendirme bana bağlı. Yani, oynak bir şey.. Oynak bir şeyse, bu merdivenin de oynak olması lâzım gelmez mi?.

Hayır!. Merdivendeki yerin sabit!.. Merdivendeki yerin, demek, senin yaratılış amacın ve hedef noktan demek… Senin o oynama anındaki yerin son noktan değil!.. Sen yaşamda karşılaştığın olaylar ve bunların sonucunda son bir yontuma gireceksin. Son yontu hâlin, senin o sâbit yerini oluşturuyor. Son yontulma hâlin, senin o sâbit yerini oluşturuyor. Son yontulma hâlin ise ölüm anındaki hâlindir senin!..

Cehennemdeki yontum ise, dünyadaki kapasitenin kalan artıklarının atılmasıdır!. Yani, diyelim ki altın madenini yonttun, belli şekle soktun. Ancak altının üstünde bazı pislikler var!. Pislikler ateşte yakılır!. Altın ateşte saf hâle gelir... Cehennem, altının saf hâle gelme evresidir. Cehennem yontu yeri değildir!.

Cehennem, dünyada aldıklarının, saf bir şekilde kalması ve açığa çıkması ortamıdır. Oradaki arınmanın neticesi de, saidler için cennet dediğimiz ortamdır..

Kişi hangi sebepten olursa olsun, dünya yaşamında edinmiş olduğu, cennet ortamına uygun düşmeyen özelliklerinden arınmak için bir ara ortamdan geçer ki, bunun adına insanı yakan ortam anlamına gelen “cehennem” ismi takılmıştır!.

Sonsuz dek cehennemde kalacaklar ise, gene bu ortamda kendi hakikatlarına uymayan özelliklerden çok büyük çileler, sıkıntılar sonucu arınırlar… Böylece de artık azâbları sona erer; yanma son bulur; “cehennemin dibindeki ateş sönüp, cırcır otu biter”!.

Selametle

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  4.Nis.2010 Pzr 08:05:50sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

Madem okumak zor geliyor buyrun bilgisayarınıza indirip dinleyin ,önyargısız olarak düşünerek dinleyip hayatınıza onagöre bir yön verirsiniz işallah

 

https://rapidshare.com/files/371779039/okumak.mp3.html

 

Not: bilmiyenler için linke tıklayıp açılan sayfada free user diyip geri sayımdan sonra bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

foruma paylaştığım bütün konular bir bütündür. Birini,ikisini yada bir kaç cümle veya konu okuyup hemen hüküm vermeyin lütfen

yapmanız gereken şayet elinizden geliyorsa hepsini değerlendirmeye çalışmaktır.

Selametle...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  29.Haz.2010 Sal 12:42:44sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

Konuyla İlgili Ses Dosyası Linki Yenilenmiştir 29Haziran-2010

Not: bilmiyenler için linke tıklayıp açılan sayfada free user diyip geri sayımdan sonra bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

foruma paylaştığım bütün konular bir bütündür. Birini,ikisini yada bir kaç cümle veya konu okuyup hemen hüküm vermeyin lütfen

yapmanız gereken şayet elinizden geliyorsa hepsini değerlendirmeye çalışmaktır.

Selametle...

https://rapidshare.com/files/403460035/okumak.mp3.html

 

CC sohbet icin buraya
 <<1234 >>
Mesaj Ekle, arkadaş oyun sohbet icin cagir